“İnsan hayatında üç kez çocuk olurmuş. İlki çocukluğu, ikincisi sürgüne giderken, üçüncüsü de sürgünden dönerken” demişti ona Ahmet Kaya.
Ona göre, siyasi uyanışın entelektüel bir patlamayla mutlaka dengelenmesi gerekiyordu, gündelik siyasetin bütün Kürtleri esir almaması, ayak takımının her şeye egemen olmaması, harcanan onca emeğin heba olmaması gerekiyordu.
Mehmet Uzun’un, Uzun yürüyüşünün son 50 yılını, aşama aşama gelişimini, gün gün, saat saat, tek tek, tane tane, en önemli şahsiyetlerin de yaşamlarını ele alarak, Kürt edebiyatına ölümsüz eserler bırakan, dedesinin daha çok küçükken Fırat’ın kıyısında kulağına gerçekte kim olması gerektiğini fısıldadığı, Son Kürt Prensi Mehmet Uzun’un diliyle, yine onun anıları ile özetleyen, bir arşiv çalışması, yaşanmışlıklara dair anıtsal bir belge ve okuyucunun hafızasına kolaylıkla yerleşen, okurken belgesel film tadı veren, heyecanlandıran unutulmazlar arasına girebilecek ölümsüz bir eserdir Sen û Ben.
Okunan her paragrafın içinde yaşıyor, o belgeselin içinde hem izleyici, hem oyuncu, oluyorsunuz. Kürtçede de modern roman yazılabileceğini görmeyen gözlere göstermek zor bir meşakatti. Mele Mustafa Barzani’nin 507 peşmergesi ile bir halkı yaratmak için cesaret, azim, kararlılık ve fedakarlık ile başlattığı büyük yürüşe benziyordu, Mehmet Uzun romancılığı. Aynı azmi, aynı kararlılığı, aynı cesareti ve aynı fedakarlığı o da bir dili yeni baştan yaratmak için, o dili yok sayanlara karşı ortaya koymaya çalışıyordu. Ülkesinden çok çok uzaklarda. Varlığını siyasal kimliğine borçlu, Son Kürt Prensi’ydi Mehmet Uzun.
O siyasal kimlik onu Yaşar Kemal, Mesud Barzani, Celal Talabani, Şerafettin Elçi, Abdurrahman Qasımlo, Ciwan Haco, Ahmet Kaya, Taner Akçam, Ferit Uzun, Necmettin Büyükkaya, İsmail Beşikçi, Leyla Zana, Reşit Cantürk, Orhan Kotan, Mümtaz Kotan, Sait Kırmızıtoprak, Mehmet Emin Bozarslan, Mahmut Baksi, Ümit Fırat, İbrahim Güçlü, Ömer Çetin, Feqi Hüseyin Sağnıç, Musa Anter, Ruşen Arslan ve burada sayamadığımız unutulmaz kahramanların arkadaşı yapmıştı.
Mütevazi bir teorisyendi. 12 Eylül Diyarbakır Cezaevi, Ulucanlar, isyan, Suriye, Lübnan, kaçakçılar, Halepçe, Enfal, katledilen Peşmergeler, Perspektifçiler, Doğubeyazıt ve Hakkari’de karşısına çıkan, kasaba siyasetçisi müridler. Onun da ölüm fermanı artık boynundaki hamaylın içindeydi. Edebiyattan çok uzakta olan biri, roman, dil ve estetik üzerine kalın kalın laflar etmişti. Kendine aşkı yasaklamış bir militan, kalkıp aşktan, sevgiden, edebiyatta aşkın inceliklerinden falan bahsediyordu! O ise, “Benim mekânım öldüğünden habersiz insanların yaşadığı bir mezarlık olmamalıydı.” diyordu.
Yazmalıydı anlatıcıların anlattıklarını. Sümbül Dağı’nın gizemli anlatıcısı Hafız Abdulkadir Kızılkaya ile beraber Berçelan Yaylası’nda Hakkâri Miri’nin, Mir Bedirxan için düzenlediği yemekteydi, Ciwan Haco’nun bestelediği Mirina Egîdekî destanındaki Kelam’dı, Müks Yaylası’na gitmek için Zemheri ayazında kış ortasında yola koyulan ve donarak ölen, bahar aylarında karın erimesi ile bir kaya oluğunda bulunan ölümün şiirini yazan Melayê Bateyi’nin ölürken baş ucundaydı. Zaman eski zamandı sene 1490’dı. Melayê Bateyi’nin rüyasının içindeydi. Kürtçe Mevlidindeki “Ji çirya paşî pê da” şiirinin sözcüklerinin arasındaydı.
Ji çirya paşiyê pê da
Melayê Batêyê kanê
Sefer kêşa bi Miksê da
Li ser weqtê zivistanê
Zivistanê evî yolê
Evî beryê evî çolê
Mijê avête derdolê
Xwinavê girtî kêstanê
Xwinavê girtî nesrîne
Cemed çêbû li sewlîne
Girya me tê ji bo asmîne
Zerî nayêne seyranê
Zerî tên û diyar nabin
Coşil tên û sitar nabin
Çi cindî tên siyar nabin
Bûye tarî li kolanê
Bûye tarî û zulmate
Sir û serma ji nû hate
Yeqîn kanûn eda hate
Binêrin dax û kovanê
Binêr daxa me êxsîra
Xezam zer bûn rezê mîra
Reyhan barî di avê da
Reyhan barî di eywanê
Perîşan in li hingorê
Ji Comerza gola jorê
Mecalêd Berçela borî
Zerî nayêne seyran
Evdale Zeynike’nin kendisiydi. Bizans imparatorunun beklentilerini karşılayamadığı için Konstantinopolis’e çağırıp gözlerine mil çektiği Van yakınlarında hüküm süren Kürt Prensi’ydi, ağır acılar çekiyordu. Gunnar Ekelöf’ün “Emgion Prensi İçin Divan” adlı eserinde Emgion Prensi’nin ta kendisiydi. Kürt yönetmen Hüner Selim’in “Sıfır Kilometre” filminin Hewler’deki galasını izlemeye gelen Kürdistan Üniversitesi’nin öğrencilerinin heyacanla atan kalplerinin içindeydi, dengbejler divanındaydı, kaval sesleri eşliğinde, anlatıcıların arasındaydı. Bilginin emanetçi muhafızları ona sakladıkları sırları teslim ediyorlardı birer birer.
Halepçe ve Enfal çekiyordu onu içine. Çenesi avuçlarında yüzüstü uzanıp izlerken babasının çizdiği saksı, üç yapraklı çiçek ve gökkuşağı resmi hiç çıkmamıştı aklından, yakalamalıydı gökkuşağını. Hilvan’daki kasvetli hapishane koğuşundan çıkıp kendisini ara sıra gösteren “ne var ne yok” diyen bir hayaldi o resim. Ve yıllar sonra bir Balkan resim galerisinde yine ortaya çıkmıştı. İşaretler hakikate alametti. Büyük kahramanların arkadaşıydı. Ferah, sabırlı ve dingin üslübu ile büyük yürüyüşün içindeydi zaten, Mesud Barzani’nin elinden Kürdistan Onur Nişanı’nı çoktan haketmişti.
Ölümden kaçarken yaşama tutunduğu İsveç’te karanlık geceye rağmen, buğulanmış pencere camına, yürüyüşünün amacı olan gökkuşağını yakalamak için çizmişti güneşin resmini hep. Halepçe’den, Barzan’dan, Göbeklitepe’den, Hasankeyf’ten, Nemrut’tan, Cizre’den, Doğubeyazıt, Dersim, Diyarbekir ve Mahabad’tan duyulan bir çığlık karışmıştı geceye.
Erivan Radyosu’nda dedesinin klamları çalıyordu halen. Ben yaşamak istiyorum Allahım! “Zozan nineni ara, annemi ara, memleketteki yatırlara gitsinler, adaklar adasınlar, dualar etsinler bana” binyılların öfkesi kabarmış, o nazlı bedenini doğanın bütün sesleri ile çekiyordu.
Ferit Uzun ve Necmettin Büyükkaya aklından hiç çıkmamıştı. Cenaze töreninde Yaşar Kemal, Ahmet Türk, Şerafettin Elçi ile Kürdistan Bölgesi Hükümeti Kültür Bakanı birer konuşma yapsın istiyordu. Gülistan Perwer Kürtçe bir şarkı söylesin, istiyordu, gözyaşlarıyla değil şarkılarla uğurlanmak istiyordu son anlatıcı. Kendi ifadesi ile; hayatı çok vahşi ve saldırgan bir totaliterizme karşı mücadele içinde geçmişti. Bir yandan muhalif seslere izin vermeyen, herkesi zor yoluyla kendi resmi ideolojisine inandırmaya çalışan devlet totaliterizmi, öte yandan da demokrasi ve uygarlıktan nasibini almamış ölüm fermanları hazırlayan Kürt hareketlerinin totaliter ideolojisi. O yalanlar hükümdarlığının karşısına, elinde Yaşar Kemal’in ona verdiği uğur böceği, nazar boncuğu, kenarları saksı, üç yapraklı çiçek ve gökkuşağı ile süslü kırmızı defterleri ile cesurca çıkan Son Kürt Prensi’ydi. Tanrıların beklentilerini karşılayamamıştı belki, Emgion Prensi ona refakat etmeye gelmişti. Gökyüzünde Uzun boyu ile Necmettin Büyükkaya, tüm yakışıklılığı ile Ferit Uzun, bembeyaz dişleri ile Yılmaz Güney, Hasret Türküleri ile Ahmet Kaya, çapraz tüfeği ile Qasimlo, beyaz bulutlara asmış oldukları nar çiçekleri ile süslü “Berxwedan jiyane pısmam” levhasının önünde, karşılamak için sıraya dizilmiş bekliyordular.
Bilge tebessümü ile son kez “Yaşamak istiyorum gençliğimi yeni baştan” der gibi uzatsa da elini Dotmam’a yetişemiyordu. Artık çok uzaktaydı. Vakit dolmuştu. Yıllar sonra Diyarbekir’de adına hiçbir caddede, hiçbir parkta tahammül edemeyen bir İçişleri Bakanı çıktı ortaya, Adolf Eichmann tipli bir bakan, “Büyük kötülükler önemsiz insanlar tarafından gerçekleştirilir.”(Hannah Arendt)
Herhangi bir gayesi bulunmayan fikirden yoksun, kalbi ruhsuz, iradesi olmayan, birey olmayı reddeden bir bakan tarafından silinince kıyamet kopmuştu ve bu sıradan kötülüğünden vaz geçmişti. Mehmet Uzun bir kez daha kazanmıştı. Sen û Ben, Muhsin Kızılkaya’nın kendi içinde yaşattığı, halen yaşatmaya devam ettiği, biyografiye yeni bir bakış açısı getirdiği, anılarla Mehmet Uzun’un destansı yaşamının çalışmasıdır.