Pêçar Tenkil Harekâtı

0
19
Yusuf Ziya Döger: Kürd aşiret yapılanması ulus-devlet prototipidir |  AvaTodayYusuf Ziya Döğer

Yerel/sözlü tarih; toplumlara dayatılan egemen otorite ve düşüncelerin oluşturduğu resmi tarihin dışında kalan ve resmi tarihin arka planını açığa çıkaran ve toplumun belli kesimlerine ait olan asıl hafızayı barındırmaktadır. Egemen resmi tarihin karanlık yüzünü oluşturan ve onun tanınmasını sağlayan, bu hafızanın bilinmesi/açığa çıkarılması toplum açısından elzemdir. Toplum bu hafıza üzerinden muhatap olduğu resmi tarihi test etme imkânına ulaşır.

Bu çerçevede Resmi Türkiye Cumhuriyeti tarihinin karanlık yüzünü oluşturan katliamlar silsilelerinden biri olan Pêçar Tenkil Harekâtını konu edineceğiz. Hareketin vuku bulmasında etkili olan faktörler ve olaylar üzerinden yerel hafızada yer edinen katliamın izlerini sürmeye çalışacağız. Devletin resmi belgelerine yansıyan ve yerel hafızada varlığını koruyan bilgilerin karşılıklı test edilmesi yoluyla ulaşılan sonuçların gerçekliği tüm çıplaklığıyla ortaya koymasını amaçlamaktayız. Pêçar Tenkil Harekâtının devletçe gerçekleştirilen yerel bir katliam olmadığını aşağıdaki harita net biçimde ortaya koymaktadır. Resmi tarihin isyan olarak nitelediği ama yerel tarihin başkaldırı ve hak arayışı olarak tanımladığı 1920 ile sonraki yıllarda devlet eliyle gerçekleştirilen katliam alanlarını yine resmi tarih elemanlarınca gösterilmektedir[1].

pecar1 Türkiye Cumhuriyetinin “Türklük temeli üzerine oturtulması” ve Türkler dışında kalan milletlerin varlıklarını yok sayarak red ve imha yoluna başvurması, Kürdler açısından 20 yıl sürecek katliamlar silsilesinin başlangıcını oluşturuyordu. Bu silsile içerisinde yer alan Pêçar Tenkil Harekâtı, 1927 yılının sonbaharında, kışa kısa bir süre kalınca Diyarbakır, Elazığ ve Bingöl sınırlarının birleştiği üçgen üzerinde gerçekleştirilmiştir.

Harekât Öncesi Faktörler.

1925 Şeyh Said başkaldırı süreci elbette 29 Haziran’da sona ermemiştir. 1925 yılının 13 Şubatı’ndaki provokasyonla başlayıp[2], 29 Haziran’da Şeyh Said ve kırk altı dava arkadaşının idam edilmesiyle son bulan başkaldırı süreci ve sonrasında yaşananlar aslında 1946 yılına kadar küçük ölçekli de olsa devam etmiştir. Bu çerçevede Diyarbakır kuşatması başarısızlıkla sonuçlandığında Şeyh Said, dönüş yoluna koyulup halkla tekrar istişarelere bulunmak ve yol haritası belirlemek amacıyla Butyan’lıların mukim olduğu Kaxkig[3] köyünde Ömerê Faro’nun evinde bir istişare toplantısı yapar. Bu toplantıda durum değerlendirmesi yapılır ve ‘İran’a geçerek Simko Şikaki’ye sığınıp toparlanma sürecinin başlatılması’ fikri tartışılır. Toplantıya katılan önemli isimler şunlardır: Şeyh Mehdi, Şeyh Tahir, Şeyh Abdurrahim, Emînê Miko, Ömerê Faro, Ömerê Sadık -Tavus aşirîne mensup-, Genç ağalarından Yusuf Ağa ve Oğlu Sıdık Ağa, Valêrli Sadık Beg, Gökdere’den Enver, Girnuêsli -Kepçeli-[4] Selim ağanın kardeşi Mustafa ağa gibi yörenin ileri gelenleridir.

Ömerê Faro İran’a geçme fikrine karşı çıkarak, bu topraklarda mücadele edilmesi gerektiğini savunur. Hatta karara uymayacağını söyleyerek “burada ölmeye hazır olduğunu” ifade eder. “Simko’nun dağları varsa bizim de vardır, biz de kendi dağlarımıza çekilerek mücadelemizi sürdürürüz” der. Şeyh Abdürrahim, Şeyh Tahir ve toplantıda bulunanların önemli bir kısmınca bu fikir benimsenerek mücadeleye devam etme kararı alınır. Bu toplantıda “İran’a gitme” fikrine karşı çıkanlara karşı, Şeyh Said ve 46 arkadaşının idamlarının gerçekleşmesinden sonra, devletin askeri güçleri tarafından bölgede şedit davranışlar sergilemeye başladıklarına şahit olmaktayız. Devletin özelikle Kaxkig Toplantısı’nda dağlara çekilme fikrini benimseyenleri yakalayıp cezalandırmayı hedeflediğini görmekteyiz. Ancak bunlara ulaşamayan devletin askeri güçleri bu kesimin kadın ve çocuklarını ya tutuklama yoluna gittiği ya da sürgüne göndererek dağlarda olanları, izole etme politikasına başvurduğu görülmektedir.

Dönemin tanık ifadelerine göre, devlete ait askeri birlikler, gerilla mücadelesini benimseyen bu gruplara yönelik takip, taciz ve kadınlarla çocuklarına yönelik baskıcı tutumlarını 1925 Ekim sonunda karın yağmasına kadar devam ettirirler. Karın yağmasıyla ulaşım imkânlarında oluşan kısıtlamalar nedeniyle bu gruplar kısmi bir rahatlamaya kavuşurlar. Ancak aynı tür eylem ve davranışlar 1926 ilkbaharından itibaren de devam ettirilince, gerilla mücadelesi veren gruplar “askeri operasyonlara karşılık yapılması gerekenler konusunda” fikir teatisine başlarlar.

Bu değerlendirmede yer alan önemli durumlardan biri de, o dönemde özel bir yapılanma olarak bölgede devreye sokulan “Havali Komutanlıkları -Mıntıka Komutanlıkları-”nın, keyfi uygulamalara başlamalarıdır. Bölge Komutanlıklarının Kürdistan vilayetlerinde Kolordulara bağlı “Mıntıka Komutanlığı” biçimine dönüştürülmesi ve bunların başına buyruk hareketleri bölge halkı açısından yeni sorunlar oluşturuyordu. Bazı bölgelerde tümen ya da alaylar oluşturularak faaliyetlere başlayan Mıntıka Komutanlıkları kazalarda tabur, nahiyelerde ise bölükler biçiminde yeni oluşumlara giderek halkın korkulu rüyası haline getirildiler.[5]

Devlet tarafından oluşturulan bu Mıntıka Komutanlıkları’nın hangi mantık çerçevesinde yöreye -olaylara- baktıklarına vakıf olmak için Lice Mıntıka Komutanı olan Binbaşı Ali Haydar ve Binbaşı Hani Mıntıka Komutanı Ali Barut portrelerine bakmakta fayda vardır. Bu iki isim halen yörede zalimlikleriyle anılmakta ve onların Kürtlere yönelik katliamlardaki zalimane tutumları dillerde dolaşmaktadır.

1927 Ekim ve Kasım ayları arasında gerçekleştirilen “Bicar/ Pêçar Tenkil Harekâtı’na” giden sürecin önemli sebeplerinden biri de, o dönemde Lice’de görevli Binbaşı Ali Haydar ve Hani’de görevli Binbaşı Ali Barut isimli “Mıntıka Komutanlığı” yapan kişilerin keyfi uygulamalarıdır. Bu iki asker bugün bile, yörede konu ile bilgi toplanırken yöre insanının en fazla telaffuz ettiği iki isim olarak karşımıza çıkmaktadır. Uygulamalarındaki keyfilik ve acımasızlıklarının derecesi önceki kuşakların hafızalarında öyle yer etmiş ki günümüz kuşakları bile o günleri yaşamış gibi anlatımlarda bulunmaktadırlar.

Lis Dağı Çatışması

“Şeyh Said’in tedibi sırasında kaçmayı başaran eşkıyanın çoğu Çotela, Arşik, Lis, Cibir, Paso ve Miri İsmail gibi rakımları yüksek dağlara, sık ormanlara ve derin vadilerle keskin uçurumların bulunduğu bölgeye saklanmışlardı. Tedip kuvvetleri buralara girememişti. Dolayısıyla eşkıya bu dağları in, mağara ve komlarına sığınmak suretiyle hayatlarını kurtarmıştı.”[6] Kıyamcıları etkisizleştirmek amacıyla başlatılan operasyonlar sonucunda, devlete ait silahlı güçlerle, kıyam güçleri arasında zaman zaman çatışmalar gerçekleşiyordu. Vuku bulan bu çatışmalardan ikisi şöyle hatırlanmaktadır: “1926 yılının sonbaharında devletin silahlı gücü ile yerel milislerden oluşan birlikler arasındaki çatışmalarda 5. Seyyar Jandarma Alayı ile 25. Alaya bağlı 2. Tabur tamamıyla dağıtılmışlardı.”

  1. Kolordu’dan 25. Alay 2. Tabur’dan Hüveydan bölgesine (Sarum çayının doğusunda yer alan Kulp-Lice-Silvan üçgeni) gönderilen bir takip müfrezesi, o yörede faaliyetlerini sürdüren Şeyh Fahri[7] ve Şeyh Fevzi’ye bağlı kıyam güçleriyle girdiği çatışmada dağıtılarak, birçoğu öldürülür. Kalanlar ise aman dileyerek esir alınır. 5. Seyyar Jandarma Alayı ise -Lis Dağı- Xoncuk bölgesindeki kıyam güçlerini takibe gönderilir. Ancak bu müfrezeler de bölgedeki kıyam güçleri tarafından tamamen dağıtılır. Bunun üzerine Diyarbakır’a haber gönderen Ali Barut 7. Kolordu komutanı Mürsel Paşa’dan[8] bir alay asker ister. Ömerê Faro ve Şeyh Fahri’ye ilişkin raporunu Umumi Müfettiş olan İbrahim Tali[9] vasıtasıyla Mürsel Paşa’ya iletir. Ali Barut’un bir alay asker istediği söylenir Mürsel Paşa’ya; O da ‘İbrahim ne kadar asker istiyorsa ver, oradaki dağlar eşkıya yatağı olmuş, büyük bir yaradır, neşter vurup iltihabını boşaltmak lazım’ der.

Başlatılan askeri harekât çerçevesinde, 5. Seyyar Piyade Alayı Lice, Kulp ve Genç üçgeninde bulunan Lis Dağı üzerinden Xoncuk bölgesine girerek buradaki kıyamcıları bertaraf etmeyi amaçlar. Genel komuta, yerel milis kuvvetlerinin başında olan Ali Haydar’a verilir. Zengesor, Riz, Xosor, Kawar ve Xosor’a bağlı Mezra MehîMul denilen bölgeye askerlerin girmeye başladığı, gözcüler tarafından kıyamcılara bildirilir. Kürt savaşçılar kendilerini zayıf gösterir, yavaş yavaş geri çekilirler. Kürtler vadi, dağ, bayır ve uçurumları iyi tanımaktadırlar. Bir yandan savaşır bir yandan da geri çekilirler. Askerleri peşlerinden dağa, sarp kayalıklara doğru sürüklerler. Kürt savaşçılar dört bir tarafa dağılıp yüksek yerlere yerleşirler. Asker, gece karanlığında sarp ve geniş bir arazide dağılır; bunun üzerine gerçekleştirdikleri saldırıda askerler keklik yavruları gibi saklanacak yer ararlar, nereye gireceklerini bilmezler.

İlk çatışma anında Madenli olan Binbaşı Kadri, Zengosor ile Xosor arasındaki Mezra MehêMul denilen yerde öldürülür. Genel komutayı elinde bulunduran Ali Haydar, emrindeki bin civarında askerle birlikte kıyamcılar tarafından bozguna uğratılır. Neredeyse yarı civarında kayıp veren 5. Seyyar Piyade Alayı’nın kalan askerlerinin de esir alınması üzerine Ali Haydar Zengesor’a bağlı Helozon’a kaçarak bir eve sığınır. Xeca Filît adındaki bir kadından aman dileyerek kendisini saklamasını ister. Xeca Filît’in, Ali Haydar’ı bir eşek çulu altında saklayıp gece bir ulak eşliğinde Lice’ye geri gönderdiği anlatılır. Bu durumla ilgili bir başka anlatımda ise Ali Haydar’ın, kıyamcıların kendisine olan güven ve saygılarından dolayı evini bile arama ihtiyacı hissetmeyecekleri Ömerê Mele Fettah’ın evine sığınarak kurtulduğudur.

Genelkurmay yayını olan Türkiye Cumhuriyetinde Ayaklanmalar adlı eserde “eşkıya” olarak tanımlanan gruplar, bu bölgenin yerli mukim halkından oluşuyordu. Tabi ki bunlar Şeyh Said Kıyamına destek vermişlerdi ve kıyam sonrası kendi ikamet alanlarına çekilerek yaşamlarını sürdürmeyi amaçlamaktaydılar. Devlet, kıyamın ileri gelenlerini idam etmiş ve kalanlarını da sürgüne göndererek bölge halkının direncini kırmayı amaçlamıştı. Ancak kıyam sonrası güçlerinin tümüne ulaşılmadığından, bunlar bahane edilerek bölgede sürekli arama ve tarama faaliyetleriyle halk taciz edilmekteydi.

Mustafa Muğlalı

Yörenin sarp coğrafi yapısı dikkate alınmış ve öyle bir zamanlama seçilmiştir ki, Harekât sonrasında sağ kalanlar olsa bile, yaklaşan kış koşulları altında hayatlarını devam ettirme imkânı bulmamaları amaçlanmıştır. Harekât öncesinde yapılan çalışmalara bakıldığında, zaman seçiminin bilinçli olduğu görülmektedir. Reşat Hallı’nın kitabında yer alan aşağıdaki üç paragraf bu imha amacının çok önceden tasarlandığını da açığa çıkmaktadır:

“Gerek 5. Seyyar Jandarma Alayı’nın uğradığı acı sonuç, gerek 25. Alay 2. Tabur Müfrezesi’nin gösterdiği korkaklık dolayısıyla asilerin moralleri yükselmiş, faaliyetlerini daha ziyade artırarak adeta hükümet kuvvetlerine karşı alay eder bir durum takınmışlardı. Ordu için çok çirkin bir manzara arz eden ve ordunun şerefini ve hükümetin satvet ve nüfuzunu saran bu durumun düzeltilmesi için 3. Ordu Müfettişliği, ilkin 7. Kolordu Komutanı General Nazmi (Solak)’ı, Haziran 1927’de de Elazığ ve Havalisi Komutanı Albay Mustafa (Muğlalı)’yı bu bölgeye göndermişti. Muğlalı, Osmaniye (Ergani), Piran, Hani, Lice, Bicar -Pêçar-, Cirbir, Genç, Gökdere, Palu bölgelerini dolaşarak inceledi. Maksadı; son zamanlarda iyiden iyiye faaliyetlerini arttıran asi gruplar hakkında esaslı bilgi toplamak; asilerle ilgili ve onlara yataklık eden köyleri tespit etmek; masum ve hükümete sadık halkı ayırmak ve durumlarını tetkik etmek; ileride bu bölgede yapılması muhtemel bir askeri harekât için araziyi ve bölgenin özel şartlarını öğrenmekten ibaretti. Albay Muğlalı otuz dört gün süren bu gezide, hükümete sadık ahalinin günden güne artan eşkıya faaliyeti ve baskısı karşısında hükümetin kendilerine yardımcı olamayacağına kanaat getirdiklerini ve dağlık araziyi kapsayan genellikle eşkıyanın tamamıyla nüfuz bölgesi olan köyler halkının da asilerle aynı düşüncede ve fiilde olduklarını öğrenmiş oluyordu.”[10]

Albay Mustafa Muğlalı’nın Pêçar Tenkil Harekatında göreve atanması da tesadüf değildir. Çünkü 6 Eylül 1926’da başlayan Koçuşağı Aşireti’ne yönelik tedip harekâtında komutanlık yapmış ve masum sivilleri -halkı- katletme konusunda “kariyerini ispatlamış” biridir. Ayşe Hür’ün 10 Mayıs 2009 tarihli “Devletin Demir Yumruğu Muğlalı Paşa” adlı araştırma yazısından okuyalım:

“Muğlalı’nın yıldızı 1926’de, devletin Dersim yöresindeki isyanlardan sorumlu tuttuğu Koçuşağı Aşireti’ne karşı yürütülen ‘Tedip Harekâtı’ ile parladı. Koçuşağı Tenkil ve Tedip Harekâtı: Tedip Harekâtı’nın başına devletin raporlarında ‘cebbar (kudretli), gayur (gayretli) ve bilhassa çok sert bir kumandan’ olarak tarif edilen Elazığ ve Havalisi Komutanı Muğlalı Mustafa atandı. Harekâtın icrası için bir piyade alayı, bir bölük, üç kudretli dağ bataryası, altı tayyare ve jandarma ve milislerden oluşan gruplar seferber edildi. 6 Eylül 1926’da başlayan harekâtın ikinci günü akşamı, Koçuşağı Aşireti’nin ileri gelenleri teslim bayrağını çekmişlerdi ancak Muğlalı, köylüleri samimi görmeyerek, harekâta devam kararı aldı. İlâve üç tabur ve bir müfreze ile takviye ettiği birlikleri, uçakların desteğinde Koçuşağı Aşireti’nin iflahını kesti. Tam aşirete yataklık ettiği gerekçesiyle Tağar ve Koçuğlu köyleri yakılmıştı ki, 30 Eylül’de, Koçuşağı isyancılarından bir grup Mustafa Bey’in Amutka mıntıkasındaki çadırına baskın düzenleme cüretinde bulundu. Bu durum ‘sert kumandanın tepesini iyice attırdı ve 30 Ekime kadar süren kanlı harekât sonunda, mağaralara sığınmış isyancılar teker teker imha edildiler.”[11]

1927 Ekim-Kasım aylarında başlayan Bicar/Pêçar Tenkil Harekâtı için, “Devletin Demir Yumruğu” unvanına sahip Muğlalı’nın seçilmiş olması devletin amacını da gösterme açısından anlamlıdır. Albay Mustafa Muğlalı’nın bölgede araştırma yaparken, devlet niyetinin açığa çıkmaması ve kendisinin tanınmaması için Kürtlere ait yerel giysiler içinde dolaştığı, katliama uğrayanların ikinci kuşakları tarafından hala ifade edilmektedir.

Muğlalı’nın dolaştığı Osmaniye (Ergani), Piran, Hani, Lice, Bicar (Pêçar), Cirbir, Genç, Gökdere (Gowderê), Palu bölgelerinde topladığı bilgilere göre, bu yörelerde “yirmi civarındaki aşiretin söz konusu eşkıyalık faaliyetlerinde bulunduğu veya kıyamcılara ya doğrudan ya da dolaylı destek sağladığı” ifade edilmiştir.

Yöreye harekât düzenlenmesine karar verilen ve ondan sonraki süreçte yakılarak yok edilmek istenilen köy sayısı, Hallı’nın kitabında “iki yüz seksen” olarak geçmektedir. Muhtemelen bu sayıya yörenin yerleşim biçiminden kaynaklanan dağınık kom ve küçük mezraların sayısı dâhil değildir. Devletin elde ettiği verilere göre, ileriki süreçte de burası “denetlenmesi zor bir alan” olarak tanımlanmıştı. Dolayısıyla yapılması gereken ilk iş, “yörenin insandan arındırılması için temizlik hareketini gerçekleştirmek”ti.

Peçar Tenkil Harekâtı

Konumuzun temel çerçevesi; 1927 yılında yörede “Serre Veşnayîş” veya “Sala Şewatê” olarak tanımlanan Şeyh Said başkaldırısından sonra Türk ordusunun özellikle Darahênê (Genç), Lice ve Kulp (Pasûr) üçgeni dediğimiz bölgede “destek veren ve katılan” sivil halk üzerinden gerçekleştirmeye çalıştığı sindirme ve soykırım uygulamasıdır. Pêçar -Bicar- Tenkil Harekatı‘nın gerçekleştirildiği alan Necmettin Sahir Sılan Arşivinde yer alan bir kroki de gösterilmiştir. Hem çevreleme -perdeleme- tertibatı hem de harekâta katılan birlikler yörenin uğrayacağı katliamları aslında haber vermekteydi.

pecar2 

Buna göre yapılanlar için hazırlanan harekât planının uygulanması çerçevesinde harekâta katılacak birliklerin durumunun ne olduğu aşağıdaki tabloda görülmektedir.

pecar3

7. Kolordudan:  63. Piyade Alayı, 62. Piyade Alayı (bir tabur noksan), 17. Topçu Alayı’ndan iki dağ bataryası, 40. Süvari Alayı 7.Seyyar Jandarma Alayı, Bir Muhabere Müfrezesi, ve Bir Sıhhiye Müfrezesi, 12. Alay 1.Tabur, 19. Alay (Bir tabur sonradan Çapakçur’dan Celp edildi), 3. Seyyar Jandarma Alayı, 41. Topçu Alayı’ndan bir dağ bataryası. Milis Teşkilatları:Hezanlı Şeyh Selim Efendi Milisleri[12], Şeyh Selamet Köyü Milisleri, Bicar (Pêçar) Milisleri, Lice Milisleri, Hani Milisleri, Çapakçur Milisleri, Gökdere Milisleri… idi.[13]

Faso Dağı, Lis Dağı, Hasur, Zengesor, Murtazan, Botyan bölgelerinin tedip ve eşkıyadan arınmasını kapsar.[14] Bu çerçevede havali komutanlığının emrine Çapakçur, Genç, Lice, Hani ve Silvan’da toplanmış birliklere, harekâta başlamadan takriben bir hafta önce esaslı ve ayrıntılı bir talimat gönderilmişti.7 Ekim 1927 yılında başlatılan Harekât’ın birinci safhasında askeri birliklerin tertibatı yukarıdaki krokide gösterildiği şekilde olacaktı. Bu hazırlık çalışması da göstermektedir ki, devlet planlı bir katliam gerçekleştirerek bölgeyi insansızlaştırmayı amaçlamaktaydı. Bu çerçevede üç aşamalı bir harekata girişen Türk devleti 20 Kasım tarihine kadar yaklaşık on bin çocuk, kadın ve yaşlıyı özellikle evlere, ahırlara doldurarak yakmak suretiyle bu katliamı gerçekleştirdi. Yerel anlatımda bu katliam süreci “Sala Şewati” veya “Serê Veşnayiş” olarak hafızalarda yer edindi. Yerel tarih hafızasında 1927 Katliamları; Zazaki/Kirdî lehçesinde “Serê Vaşnayiş”, Kurmanci lehçesinde ise “Sala Şewatê” olarak tanımlanır. Öncelikle şunu ifade etmekte fayda vardır: Her iki lehçede de 1927 Yılı, “Yakılma Yılı” olarak tanımlanmaktadır. Eğer resmi tarihin verdiği bilgiler gerçeği yansıtmış olsaydı, doksan yılı aşkın süre önce yaşanan bu olaylar bugün hala “yakılma” olarak tanımlanamazdı. Yöre hafızasında köylerimizi ve bizi yaktıkları yıl olarak yer etmezdi. Dolayısıyla, yakılan köylerde öyle büyük tahribatlar oluşturulmuş ki, yerel hafıza hala bu olaylar dizisini neredeyse ilk iki kuşağın hatırladığı netlikte anlatmaktadır. Yaşanan vahşet bu boyutlarda olmasaydı, ilk iki kuşağın tamamıyla değişmiş olmasına rağmen sonraki iki kuşağın belleklerinde o kadar canlı bir şekilde kalamazdı.                                                                                                                                                       Resmi tarih verilerinde, “çocuk ve kadınların ayrıştırılarak eşkıya ile ilişkili erkeklerin de kurşuna dizildiği” ileri sürülmektedir. Oysa yerelde yapılan çalışmalarda elde edilen bilgiler, bunun tam aksini ifade etmektedir. Kadın ve on dört yaş altı erkek çocuklar -Guew köyünde on iki yaşındaki bir çocuk süngülenenler arasındaydı- evlere, samanlıklara veya ahırlara doldurularak yakılmak suretiyle katledilmişlerdir. On dört yaş ve yukarısı erkekler ise ya kurşuna dizilerek ya da süngülenerek katledilmişlerdir. Yine Reşat Hallı, resmi belgelerden hareketle belirtilen bölgenin dar bir alanında -Botyan, Mürtezan, Zengezor- yirmi iki köyün yakıldığını ifade etmektedir. Bu da şunu göstermektedir: Askerlerin uğradığı tüm köyler, tek bir ev bile ayakta kalmayacak biçimde yakılmıştır.

Bu konuda; süngülenmek suretiyle katledilenler arasında bulunduğu halde ölü numarası yaparak kurtulabilen ve eski bir asker olan dedemin ifadesi, olayın bir başka boyutunu ortaya koymaktadır. Dedem, on bir akrabasıyla birlikte süngülendikleri noktaya götürüldüklerinde yaşadıklarını şöyle aktarmıştı: “Birbirimize bağlandığımız için kurşuna dizileceğimizi düşünüyorduk. Ancak, komutayı elinde bulunduran kişinin, kurşunları zayi etmeyin, süngü ile öldürün dediğini duyduk.” Onun bu tanıklığı ve o insanların orada süngülenmeleri işin vahametini göstermek için yeterlidir. Bu da “devletin, öldürmek üzere ele geçirdiği insanları işkence marifetiyle öldürdüğünü” açık biçimde ortaya koymaktadır. Üzerinde durulması gereken bir başka nokta ise, kuşatılan ve yakılan köylerdeki erzak ve hayvanların talan edilmesidir. Reşat Hallı, bunu açık bir biçimde ifade etmektedir. Bu talan aslında sadece Türkiye Cumhuriyetine ait olmayıp bir kültürü ortaya koymaktadır. Bu kültür, temellerini Ortadoğu anlayışından almaktaydı. Ki eskiye ait her şeyi ortadan kaldırarak, kendisine bağlılık bildirenleri talan edilen mallarla beslemeye dayanarak onları muti hale getirmeyi amaçlamaktadır.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz