Koçgiri ve Cumhuriyet: Hile ile Abad Olunmaz! Yalanla Cumhuriyet Kurulmaz!

0
27
820316-125135234

Makale/Gültekin Uçar- Alişan Akpınar

 

A- 20. Yüzyılın Başlarına Kadar Koçgiri Aşireti

1921 “Koçgiri Hadisesi”nin aktörü olan Koçgiri’li aşiretler etnik olarak Kürt, inanç olarak da Kızılbaş aşiretlerdir. Bu aşiretlerin M. Kemal hareketine karşı tutumları ve talepleri Cumhuriyetin 100. yıl tartışmaları bağlamında yeniden gündeme gelmiş, talepleri, buna verilen cevaplar ve sonuçları tartışma konusu olmuştur. Koçgirililerle, Mustafa Kemal Hareketi arasındaki ilişkinin ve bugüne etkilerinin değerlendirilebilmesi için Osmanlı İmparatorluğu’nun, Kızılbaş Kürt aşiretlerle ilişkisine dair bazı hatırlatmalar önemlidir.

1786-87 yılında Erzurum Valisi ve Maadin-i Hümayûn Emini olarak görevlendirilen Gürcü Yusuf Ziya Paşa’nın iki önemli işi vardır: Birincisi hazine için stratejik önem taşıyan Keban altın madenlerini işletmek ve ikincisi; yaşam alanlarını talan eden, büyük orman ve doğa kırımına, madenlerde zorunlu çalıştırılma ve yükümlülüklere karşı çıkan Kızılbaş Kürt Şeyh/Şıx Hasanlı ve Dersimli aşiretlerini etkisiz hale getirmek. Aşiretler bastırılmalıdır; çünkü direnişleri, madenlerden gelecek olan ve Osmanlı hazinesi için stratejik önemde olan altın miktarının azalmasına neden olmaktadır.

Yusuf Ziya Paşa Şeyh/Şıx Hasanlı cemaatini kökten söküp atmak amacıyla, ‘harp hiledir’ hadis-i şerifine uyarak bir plan yapar. Çemişgezek voyvodası aracılığıyla “Benim meramım, aşiret ileri gelenlerinin her birisine iyi hediyeler ve herkesin şanına uygun harçlıklar verip, kendileriyle anlaşma yapmak ve görevim esnasında kimseye bir zarar gelmemesine çalışmaktır”[1] mesajını ileterek, aşiret liderlerini Çemişgezek’e davet ettirir. Çemişgezek voyvodası, Yusuf Ziya Paşa’nın davete katılımları nedeniyle çok memnun olduğunu ve ne isterlerse vereceğini söyleyerek, gelen konukları gecelemek için Çemişgezek ağalarının evlerine dağıtır. Şeyh Hasanlıların başlarını kesmeleri için önceden ikna edilmiş olan Çemişgezek ağaları gece yarısı olunca, iki üç saat içinde yüz kadar kelleyi voyvoda konağına getirirler.[2]

Osmanlı ile çatışma halinde olan Şeyh/Şıx Hasanlı aşiretine tâbi olan ve daha sonra Koçgirili olarak adlandırılan aşiret liderleri de 1780’de I. Abdülhamit’in Sürgün ve 1782 yılındaki iskân fermanıyla Koçgiri kazası olarak isimlendirilen bugünkü Refahiye, Kuruçay, İmranlı, Zara, Divriği kazalarında zorunlu olarak iskân edilirler[3]. Koçgirili aşiretler yeni yerleşimlerinde de aşiret liderleri etrafında oluşan hanedanlık yapısıyla, Osmanlı idaresine kendilerini kabul ettirecek bir güce ulaşır ve sınırlı iskân sahalarını genişletmek istedikleri için birçok kez ciddi askeri müdahalelere maruz kalırlar. Ancak Tanzimat ilanı ve 1842 Aşiret Nizamnamesi sonrasında aşiretlere kaza statüsü verilmesiyle Koçgiri kazası kurulur ve Koçgirili aşiret liderleri de siyasal muhatap kabul edilerek kaza yöneticileri olarak atanırlar.

1855 yılında Koçgiri Aşireti liderlerinden Diyab Ağa hem kendisi kontrol altına alınmak hem de bu yolla aşireti kontrol altına almak üzere kazanın müdürü tayin edilir. Ancak Diyab Ağa’nın kaza müdürü tayin edildiği günden itibaren de nasıl etkisizleştirileceği ile ilgili yazışmalar başlar ve nihayet 1856 yılının aralık ayında, Diyab Ağa ve Koçgiri aşiretleri üzerine büyük bir askerî harekât başlatılır. Kaza müdürlüğü devam eden Diyab Ağa’nın durumu ve aşiret üzerine başlayan askeri harekatın sonuçları dönemin Sivas Valisi tarafından aşağıdaki gibi aktarılmaktadır:

Yapılan muharebelerden sonra bölge insanlarının asayişleri sağlanmış ve bu durum vekillerine bildirilerek yatışmaları sağlanmıştır. Ancak bu insanlardan ödenmeyen vergileri alınıp kendi hallerine bırakıldığında birkaç gün sonra daha fazla şımarıp hemen eski hallerine döneceklerinden, (işbirliği yapan) eşkıya reisleri tutuklanarak gönderilmelidir. Ancak ödenmeyen vergiler geride kalan ileri gelenler tarafından kolayca toplanacağından bunlara görünüşte güvence verileceği ve vergilerin toplanmasından sonra adı geçen paşa tarafından ne gerekiyorsa yapılacağı tarafıma bildirilmiştir.

Sivas Valisi Boşnakzade Mehmet”[4]

Aktarıldığı gibi Sivas Valisi ve Mirliva Hasan Paşa’nın planı, kimi aşiret liderlerine ve ileri gelenlere görünüşte güvenceler vermek, onları vergi ve asker toplama işlerinde kullanmak ve sonra da “icabına” bakmaktır.

Bu iki tarihi aktarım Osmanlı’nın Kızılbaş Kürt aşiretlerle ilişkilerinde temel politikanın “hile” olduğunu, aşiretlerin ‘mahşerdeki azabı dünyada gören kafirler’ olarak kabul edildiğini[5] göstermektedir. Yani aşiretlerle yapılan her görüşme ve anlaşma esas olarak daha güçlü konumlar elde edildiğinde yok sayılacak bir hiledir. Bu hile politikası Cumhuriyet’in kuruluş kadrolarının da politikası olacağından tarihsel sürekliliğini vurgulamak önemlidir.

Özellikle II. Abdülhamid döneminde Koçgiri bölgesi, devletin önemle üzerinde durduğu yerlerden biridir. İmparatorluğun kurtuluşunu İslam Birliği politikasında gören Hamidiye dönemi için Kızılbaş toplulukların Sünnileştirilmesi temel hedeflerden biridir. Dönemin Osmanlı bürokratlarının yazdıkları raporlarda, Sivas Vilayetinin ehemmiyet ihtiva eden durumunun altı devamlı olarak çizilir.[6] Sivas Vilayetinde çok sayıda Kızılbaş topluluğun bulunması ve buna ek olarak çok sayıda Ermeni’nin yaşaması, devletin bölgeye odaklanmasına neden olur. Koçgiri bölgesi de devletin odağında olan yerlerden biridir. Bu bölgede bulunan topluluklardan vergi ve asker almak önemli bir sorun olsa da devletin artık en önemli sorunu Koçgiri toplumunu Sünnileştirmektir. Bunun için bölgeye çok sayıda okul ve cami açılır. Köylere gezici imamlar gönderilir.[7]

Osmanlı Devlet salnamelerine bakıldığında, II. Abdülhamid döneminden önce Koçgiri bölgesinde tek bir okul ve cami bulunmazken[8], bu dönem boyunca kırk üç cami yapılmış, pek çok iptidai (ilkokul) inşa edilmiştir.[9] Ayrıca Koçgiri Kazasının merkezi olan Zara’ya da 1880 yılında bir Rüştiye (ortaokul) mektebi kurulmuştur.[10] Ancak devletin bu çabalarının başarıya ulaştığını söylemek çok zor. Hatta tam tersine, bu okullarda eğitim gören okur yazar Koçgiri’lilerin ve Koçgiri Aşiretinin ileri gelenlerinin, yeni gelişen Kürt ulusçuluğuna meylettiklerini söylemek yanlış olmaz. Örneğin 1918 yılında kurulan Kürdistan Teali Cemiyetinin (KTC) üyeleri arasında Koçgiri Aşiretinin ileri gelen isimleri bulunmaktadır.[11] Ayrıca aşiretin liderlerinden Haydar Bey, Koçgiri Kazasının İmranlı nahiyesine, KTC’nin bir şubesini bile açmıştır.[12]

Dolayısıyla 20. Yüzyılın başlarına geldiğimizde, Kızılbaş Kürt kimliğini korumuş, devletle belirli bir ilişki geliştirmiş olsa da kendi siyasal liderliğini ve Koçgiri toplumuyla iç içe olan entelijensiyasını oluşturmuş bir aşiretten söz ettiğimizi belirtmemiz gerekir.

B-20. Yüzyılda Koçgiri Aşireti ve Kemalist Hareket

19 ve 20. yüzyıl kapitalizmin gelişmesi, imparatorlukların çözülmesi, ulus devletlerin kurulması, ulusal azınlıkların bu bilinçle tanışması ve siyasal mücadelelerin esas olarak etnik kimlik eksenli bir görünüm kazandığı dönemdir. II. VE III. Enternasyonal’in en önemli tartışma konularından birisinin ulusların örgütlenmesi ve ayrılma hakkı olması, bir dizi ulus devletin bu dönemde kurulmuş olması, 1917 Ekim Devrimi’nin ana şiarlarından birisinin “Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı” olması, 1918 de açıklanan Wilson prensiplerinin bu içerikte olması, dönemin düşünsel, siyasal habitusunu göstermektedir.

Söz konusu habitus, çok etnisiteli ve inançlı, bir yandan modernleşme, merkezileşme ihtiyacı, diğer yandan İmparatorluğu dağılmaktan kurtarma çabaları içindeki Osmanlı yönetici ve aydınlarını da zamanın ruhuna, iç ve dış politik güç dengelerine uygun çözümler aramaya itmiş ve önce Osmanlıcılık, sonra İslam Birliği ve Balkanların kaybedilmesiyle de Türkçülüğü merkeze alan Türk-İslamcı bir ulus devlet hedefine yöneltmiştir. Türkçülüğün devletin omurgası, İslam’ın da birleştirici harcı olarak tasarlandığı politikaları geliştiren ve dönemin en etkili yönetici gücü de İttihat Terakki Fırkası olmuştur.

Türkçülük ve Turancılığa yönelen İttihatçılar hem askeri, hem idari, hem etnik ve dinsel meselelerin çözümünde altı yüz yıllık imparatorluğun “harp hiledir” hafızasını ve genlerini taşımaktadır. 1894-95’le başlayan 1915 Ermeni soykırımı bu politikanın sonucudur. Rum Milletinin hesabı, Koçgirili Kızılbaş Kürtlerle birlikte 1921-22’de görülecek, Yahudi milletinin icabına da 1934 yılında bakılacaktır.

Ancak Cumhuriyet’in karakterini belirleyen kuruluş süreci bağlamında ele alınması gereken Ermeniler, Rumlar ve Yahudiler bu çalışmanın konusu dışındadır. Burada ele alınacak konu kuruluş sürecinin ve sonrasında Cumhuriyet’in karakteri için bir turnusol kâğıdı işlevi gören Kızılbaş Koçgirili Kürtlerle kurucu kadro arasındaki ilişki ve sonuçlarıdır.

1-    Kuruluş Kadrolarının Kürt Politikası ve Kürtler üzerindeki etkisi

Kuruluş sürecinde (1919-1923) gelişmelere bağlı olarak Kimlik ve inanç temelli taleplerde bulunan, bu taleplerin yasal ve anayasal bir siyasal statüye bağlanmasını talep eden ve taleplerinde kararlılık gösterebilen tek toplumsal grup Koçgirililer kalabilmiştir. Bu dirençleri, onları hem Kürt, hem Alevi kimliğinin politik merkezi durumuna getirmiştir. Kurucu kadrolarla Koçgirililer arasındaki ilişkilerin bazı belgeler ve anlaşmalar temelinde incelenmesi, Osmanlı’dan İttihat Terakki’ye, oradan da M. Kemal hareketine tevarüs eden “harp hiledir” politikasının sürekliliği ve yol açtığı sonuçların anlaşılması bakımından önemlidir.

Öncelikle Koçgirili aşiret liderlerinin 1919 yılı sonlarına kadar, Kürt Teali Cemiyeti ve cemiyet içinde Seyyid Abdülkadir’in başını çektiği özerklik yanlıları ile birlikte davrandıklarının bilinmesi gerekir. 22 Aralık 1918 tarihinde İstanbul’da Hürriyet ve İtilaf Fırkası ve Kürdistan Teali Cemiyeti arasında anlaşma imzalanmış, anlaşma gereğince Kürt nüfusunun daha yoğun olduğu bölgelerde, İslam Halifeliğine ve Osmanlı Saltanatına bağlı kalmaları kaydıyla özerk bir yönetim şekli tanınacağı konusunda anlaşmaya varılmıştır.[13] Bu ilişkinin 30 Ekim 1918 tarihli Mondros Mütarekesi’nin hemen ardından yapılmış olması önemlidir. Çünkü yeni bir dönem başlamıştır ve Kürtlerin özerklik ve bağımsızlık talepleri sadece yeniden kuruluş döneminin kadrolarına karşı geliştirilmiş talepler değildir.

1919 yılı Temmuz’unda da Osmanlı hükümeti Kürt aydınları ve partilileriyle görüşmeler yapmaya başlamış, bir Kürt delegasyonu, içinde Şeyhülislam Haydarizade İbrahim Efendi’nin de bulunduğu üç kişilik Türk heyeti ile görüşmüştü. Kürtlere geniş özerklikler verilmesi ve valilerini Seyyid Abdülkadir’in atayacağı konusunda anlaşma sağlanmıştı.[14]

Bu arada M. Kemal ve Kazım Karabekir’in organize ettiği Erzurum Kongresi de yapılmakta (23 Temmuz-7 Ağustos 1919), kongreye katılan Kürt aşiret liderlerin ayrılma ve özerklik eğilimleri “Kürt topraklarının İngilizlerin destekleyeceği bir Ermenistan’a verileceği, oysa kongreler desteklendiğinde sözü edilen bir Ermenistan kurulmayacağı ve Ermenilerden kalan toprakların da Kürtlerin elinde kalacağı” propagandasıyla bertaraf edilmekte, Kürtlerin ve Türklerin, İslam birliği temelinde birlikte davranacaklarına karar verilmektedir.

4 Eylül 1919 Sivas Kongresi öncesinde de Kürtleri hoşnut edecek adımlar atılıp, Koçgirili aşiret liderleri Alişan Bey’e ve Nuri Dersimi’ye milletvekilliği teklif edilirken, 22 Ekim 1919’da Mustafa Kemal başkanlığındaki Heyet-i Temsiliye ile İstanbul hükümeti arasında imzalanan Amasya protokollerinin ikinci maddesinde[15], Kürtlerin milli haklarını özgürce geliştirebilecekleri kabul ve ilan edilmekte ve Kürtlerin temel haklarının korunacağı düşüncesinin yaygınlaştırılması istenmektedir.

Süreç gerçekten de karmaşık ve çok boyutludur. Amasya Protokollerinde, uğruna savaşılacak toprakların Türklerin ve Kürtlerin ortak yurdu olarak tanımlanması, Kürtlerin ulusal hak ve kültürlerinin özgürce geliştirilebileceğine dair kabuller, oldukça ikna edici gelişmelerdir. Bu sürecin sonunda, Erzurum ve Sivas Kongresi sonrasında birçok aşiret lideri, Dersimli bazı aşiret liderleri ve Hacı Bektaş postnişini Cemalettin Efendi de BMM’de yer almayı kabul etmişlerdir.

  • Kürt Cephesinde Durum

Ancak bu sürece paralel olarak işleyen bir süreç daha vardır: Kürt Teali Cemiyeti 18 Ocak 1919’da başlayan ve savaş sonrası durumu belirlemeye çalışan Paris Barış Konferansı’na katılan Şerif Paşayı Kürtlerin temsilcisi olarak görmekte, ve konferanstan Kürt topraklarının bölünmesinin engellenmesini, Wilson prensiplerine uygun olarak Kürtlerin kendi kaderini tayin hakkının kabul edilmesini talep etmektedir.[16]Ancak Paris Barış Konferansında Ermenilerin temsilcisi Boğos Nubar Paşa ile Kürtlerin temsilcisi Şerif Paşa’nın 20 Aralık 1920’de yayınladıkları Kürt ve Ermeni bağımsızlığını öngören muhtıra, Kürt cephesinde yeni yarılma anlamına gelmektedir. Çünkü Paris Barış Konferansı devam ederken, 18 Kasım 1920’de meclis gündemine gelen Teşkilat-ı Esasiye (1921 Anayasası) Kürtlerin birçok isteğine cevap verecek olan vilayetlerin özerkliği ve iç işlerinde bağımsızlığını içermektedir[17].

Bu gelişmeler, süreci Kürtler açısından daha inandırıcı hale getirirken, Kürt Teali Cemiyeti ve Şerif Paşa tarafından yürütülen politikalara karşı tepkilerin oluşmasına da zemin yaratmaktadır. Örneğin Sünni Kürtlerin etkili önderlerinden Bediüzzaman Said-i Kürdi ve bir grup arkadaşı 22 Aralık 1920 tarihinde Vakit gazetesinde bir açıklama yayınlayarak Paris’te açıklanan muhtıranın İslam’ın zararına olacağı ve Kürt Ulusal vicdanına uygun olmayacağını belirterek Şerif Paşa’yı kınadıklarını belirtmişlerdir.[18] Oluşan ortam Seyyid Abdülkadir’i de etkilemiş ve 1921 Anayasası’nın 20.01.1337 (1921) tarihinde 85 numaralı Kanun ile kabul edilmesinden hemen sonra[19] 27 Şubat 1921 tarihinde İkdam Gazetesi’nin “Kürt ulusunun gerçek talepleri nedir” sorusuna aşağıdaki cevabı vermiştir:

Şu anda Kürtler tarafından yaşanan beş veya altı vilayet vardır. Bırakın hükümet bu vilayetlere otonomi versin ve bırakın, biz de kendi seçtiğimiz doğru ve dürüst kişileri çalıştırıp gelişme sağlayalım. Daha önce belirttiğim gibi biz Türkiye’ye karşı hiçbir düşmanlık hissi beslemiyoruz. Bırakın ki Türkler de bizle beraber oluşturulacak otonom hükümetini idare etsinler.[20]

Anlaşılabileceği gibi Kürt Teali Cemiyeti’ndeki bölünme, 1919 sonunda Kürdistan’daki Kürt Teali Cemiyeti şubelerinin kapatılması, Erzurum ve Sivas kongrelerinin etkisi, Amasya protokolündeki vaatler, Said-i Nursi’nin etkilediği çevrelerle Kürtlerin önemli bir kesiminin BMM’de yer alarak M. Kemal hareketiyle anlaşmaları, Seyyid Abdülkadir’i de etkilemiş ve tutumunu zaten İstanbul Hükümeti ile de anlaştıkları özerklik çerçevesine geri çekmesine neden olmuştur.

  • Koçgirililerin Tutumları ve Talepleri

Ancak Koçgirililer ve Dersimli aşiretlerin bir kısmı, görünürdeki gelişmelere rağmen M. Kemal liderliğindeki harekete güvenmemekte, uluslararası gelişmeleri dikkatle izlemekte, milletvekilliği tekliflerine rağmen bu süreçte yer almayı ve işbirliği yapmayı somut güvencelere bağlamak istemektedirler. Güvensizlik nedenlerini de Koçgirili aşiretlerin siyasi lideri durumundaki Alişer Efendi’nin 3 Mart 1920 tarihinde Kürt Teali Cemiyeti Başkanlığı’na gönderdiği mektupta aşağıdaki gibi aktarılmaktadır:

(…) Her İslam toplumunun kendi kaderini kendi belirleyerek yaşamak hakkına sahip olması ve yine Müslümanlık hasebiyle bütün İslam toplumları dış siyasete karşı doğal olarak yek diğerlerine yardımcı olmak ve destek vermek koşuluyla, herkesin kendi yöre ve çoğunluğunu idare etmek [ilkesi] dünyaca kabul edilmiş iken, bu gibi budalaca hareketler kendilerine zararlı ve bunu istemiyenin İslamiyet’e ihanetidir. Sanki bu Kürdistan topraklarını Turan denilen Türkistan’dan arkalayıp getirmişler de dindaşlarına da veriyorlar!

 (…) “Bazı okuyup yazmak bilmeyen sade vatandaşları da çağırıp: Kürdistan denilen eski vatanı Güçlü Fransa devleti [Yeni] sömürgeler edinme sevdasıyla istilaya geliyor. Ve diğer bir kısmı da Ermenilere veriliyor. Siz herkesin elinde esir kalacaksınız, telkiniyle ikna’ etmeye çalışarak Paris Barış Konferansı’nda Kürtleri temsil eden “Şerif Paşa’ya karşı bazı Kürd reisleri adına sahte telgraflar düzenlemektedir.

(…) Bilgi için şunu[da] arz eyliyorum ki Kürdistan’ın ortası olan Harput, Dersim’den başlayarak Sivas’la Kızılırmak kaynağı olan Zara ve Koçgirili kazası esasen Harput vilayetine bağlı iken pek yakın zamanda Sivas’a dahil edilmiş ise de hududu ve toprağı ve ulusal geleneklerimizle Kürdistan’a bağlı bulunuyoruz. Dersim zaten sancağımızdır. Koçgirili aşireti bugün Dersim’de on sekiz kabilenin hemen hepsi seyyidlerden Ebul Esed Şeyh Seyid Hesen Hazretlerinin evlatlarıdır. Hele Kızılırmak’ın güney havzasını teşkil eyleyenler kamilen Kürddür ve ezici çoğunluğu teşkil ediyorlar. Haricen [İttihatçılarca] istila, saldırı ve tahakküm sevdaları devam eyliyor.

(…) Şimdiye kadar yönetici ve reisleriyle idare olunan Dersim ve çevresi İslam hilafetiyle din bağlılığıyla birleşerek gelenek ve ulusal haklarına saldıran bunca cihangir ordulara karşı ve dört yüz seneden beri varlığını savunmaktadır. Bugün üç yüz bini aşan eli silahlı Tanrı yiğidi dışardan gelecek ihtiras sahiplerine nasıl hakkını teslim etmek ister. Allah-u Teâlâ’nın izniyle teslim etmez ve edemez.’ Hak hakdır. Kürdistan Kürdistan’dır. (Kürdistan] Irken dinen bir bütündür ve ayrılamaz. Hakk’dan meşru bir hakka kimse el uzatamaz. Herkesin hakkına haksızlıkla el uzatan zalimdir. …

3 Mart 1336 [3 Mart 1920][21]

Sivas Zara, Ümraniye, Kürdistan Teali Cemiyeti Şube Reisi

Aynı görüş ve talepler, Alişer’in yanı sıra Seyit Rıza ve bir dizi Dersimli aşiret liderinin imzaladığı 7 Mart 1920 tarihli bir mektupla yine Kürdistan Teali Cemiyeti vasıtasıyla Paris Barış Konferansında Kürtleri temsil eden Şerif Paşa’ya gönderilir. Bu mektubun son bölümü ise şöyledir:

(…) Ulusal geleceğimize engel olmak isteyenlere karşı Tanrı’nın yardımıyla ulusal varlığımızı gösterecek [güçte olduğumuza] ve hakkaniyet kılıcıyla haklarımızı elde edeceğimize emin isek de uygar dünyaca kınanan ve insanlığa zararlı olan savaş ve insan öldürmeyi uygun görmediğimiz için ılımlı tutumumuzu sürdürerek, Türkiye’nin seçim ve ulusal yapısına karışmayarak, ancak saygıdeğer Genel Barış Meclisi’nde ortaya çıkacak [olan] kararla her milletin kendi kaderini kendi özgür iradesiyle tayini ve koruması hakkındaki birçok hakkaniyetli açıklamalarınız üzerine biz Kürd milleti dahi Allah’ın izniyle kendi kaderimizi ve ulusal bağımsızlığımızı tayin için bütün dünyaca bilinen doğal sınırı bulunan Erzincan’ın kuzeyindeki dağlarla Kızılırmak kaynağı ve güney havzasını teşkil eyleyen Zara, Koçgiri ve diğer bölümleriyle büyük bir kitle [olarak] ezeli vatanımızın Kürdistan olarak tanınması konusunun kayıt ve tesbitle karar altına alınması yönünde müsaade buyrulması ile bu konuda hak ve adalet kalemlerinin çekilmesi [imzalanması yönündeki] isteklerimizi, bütün Kürd ve Kürdistan milleti namına övünçle arz ederiz. Ol bab da

7 Mart 1920

Reislerden Tuzlucuzade Mehmed Ferid Bin İbrahim, Mehmet Munzur, Mehmed Emin, Dersim Seyyidan Aşireti Reisi İdare İbrahim, Dersim Şeyh hasan Aşreti Reisi Seyid Rıza (İmza), Dersim Yöresi, Erzincan ve Koçgiri, ve Kangal ve Darende ve Akçadağ Kürdistanı’nda yerleşik tüm Kürd milletini temsil eden Koçgirilizade Alişir.[22]

Mektuplardan anlaşılabileceği gibi Koçgirililer ve Dersimliler M. Kemal liderliğindeki hareketin samimiyetine güvenmemektedirler. Bunun yanında yine mektuplar bize açıkça göstermektedir ki; Koçgirili ve Dersimli liderler, M. Kemal hareketini açıkça İttihatçı bir hareket olarak görmektedirler ve güvensizliklerinin en önemli nedenlerinden biri de budur. 1915 yılında Ermeni halkına karşı yapılan soykırım daha çok yenidir ve bölgede, sıranın Alevilere geldiği, Ermenilere yapılan soykırımın bir benzerinin de Alevilere karşı yapılacağı söylentileri çok yaygındır.

Koçgirililer bu mektuplarda yazdıklarına uygun olarak, barışçı ve sabırlı tutumlarını sürdürmüşler, 1920 başında, Yellice Hüseyin Abdal Tekkesinde, Sünni ve Alevi aşiret liderleri ve Alevi ocak pirlerinin katıldığı toplantıyla[23] Kürtlerin mücadele birliğini sağlamaya çalışmışlardır. Diğer yandan Mustafa Kemal’in kontrolündeki ordunun asker toplama ve eşkıyalarla mücadele gerekçesiyle bölgeye yaptığı asker ve cephane sevkiyatını engellemeye, ellerindeki silahlara el koymaya çalışmışlardır.

1920 Haziran ve Temmuz aylarındaki asker ve silah sevkiyatı sırasında çıkan çatışmalar ve anlaşmazlıklar,“Nasiha Heyetleri” aracılığıyla uzlaşmaya bağlanmaya çalışılırken[24] her iki taraf da zaman kazanmaya çalışmakta, görüşmeler sürerken karşılıklı planlar da hazırlanmaktadır. Koçgirili ve Dersimli aşiretler, Sevr Antlaşması ve İstanbul Hükümetinin bu antlaşmayı kabul etmiş olmasından hareketle Sağıroğlu Halet Bey’e 13 Eylül 1920 tarihinde Özerk Kürdistan’ın Mutasarrıfı olmasını teklif etmişlerdir.[25] 15 Kasım 1920’de ise İstanbul Hükümetinin tanıdığı Kürdistan’ın muhtariyetinin Mustafa Kemal Hükümetince de resmen tanınıp tanımadığı ve bu hak tanınmazsa bunun silah zoruyla alınacağına dair telgraflar çekmektedirler.[26] Bunun üzerine BMM, sorunları görüşmek üzere Elazığ’dan bir “Nasiha Heyeti” daha gönderip görüşmeleri sürdürürken, 24 Kasım 1920’de ortamın yumuşamasını sağlamak üzere, Alişer Efendi’nin, hakkındaki takibatlardan ötürü affedildiğini açıklamıştır.[27]

alisan1

alisan2
Alişer Efendinin affedildiğini ilan eden kararname.

Bir yumuşama ve uzlaşma zemininin oluştuğu duygusu yaratan bu gelişmelerle birlikte, Merkez Ordusu’nun kuruluş çalışmaları da sona ermek üzeredir. 16 Kasım 1920’de kurulan Merkez Ordusu Kumandanlığına, 9 Aralık 1920’de Sakallı Nurettin Paşa getirilir. Yani bir taraftan uzlaşma ve anlaşma görüşmeleri yapılırken, diğer taraftan askeri operasyon için tüm hazırlıklar tamamlanmıştır. Osmanlı Devleti’nin tüm 19. yüzyıl boyunca izlemiş olduğu, nasihat heyetleri ile vakit kazanıp ardından askeri operasyon yapma politikası Kemalist hareket tarafından da gayet özenle kullanılmıştır.

4-    Sona Doğru Gelirken

Yukarıda aktarılan süreç Büyük Millet Meclisi’nin çalışmalarına da yansımaktadır. Teşkilat-ı Esasiye Kanunu (1921 Anayasası) tartışmalarının sürdüğü 07.12.1920 tarihinde, Dersim mebusu Hasan Hayri Bey yaptığı konuşmada “… Meclisi âliniz emin olabilir ki; yirmi bin, otuz bin kişilik bir kuvvet Dersimde mevcuttur” diyerek, yapılacak uzlaşmanın büyük kazanç sağlayacağını anlatmaya çalışır. Ayrıca Dersim’den gelecek bu kuvvetten hemen yararlanılabilmesi için anayasa görüşmelerinin bir an evvel sona erdirilmesini, bu mümkün değilse, Meclisin verdiği takririn, Heyet-i Vekileye havale edilerek sonuçlandırılmasını, bu yapıldığında arkadaşlarıyla birlikte bu kuvvetin Meclis emrine verilmesini sağlayabileceğini vaat eder.[28]

Ancak bu görüşler dikkate alınmaz. Bu sırada Teşlilat-ı Esasiye Kanunu kabul edilip vilayetlere özerklik tanınırken, yeni kurulan Merkez Ordusu birlikleri, Koçgiri bölgesini kuşatacak şekilde harekete geçirilmekte ve asker toplama gerekçesiyle Binbaşı Halis Bey komutasında askeri birlikler İmranlı’ya gönderilmektedir. Koçgirililer ise bu girişimlerden vazgeçilmesini ve Halis Bey’in komutasındaki askerlerle Zara’ya dönmesini talep etmektedir. Bu istekleri kabul edilmeyen Koçgirililer, askeri birliklerin bulunduğu Ümraniye (İmranlı) kazasını kuşatmış, çatışmalar sonucunda Halis Bey ve yerli halktan 2 kişi öldürülmüş, Zara kaymakamı Şakir Bey, 6. Alay’ın tüm subay ve askerleri de esir alınmıştır.[29] Bu olaylar resmi kayıtlara Koçgiri Hadisesi olarak geçmiştir.[30]

Bu olaylar sonrasında devreye yeniden “Nasiha Heyetleri” sokulmuş, yapılan görüşmeler sonrasında esir alınan asker, subay ve Zara kaymakamı serbest bırakılmış,“Nasiha Heyeti” ile Haydar Bey ve aşiret liderleri arasında genel af ilan edilmesi ve aşiretlerin silah bırakması konusunda anlaşma sağlanmıştır. Ancak buna rağmen askeri birliklerin kuşatma hareketi durmadığı gibi 10 Mart 1921’de Topal Osman komutasındaki Giresun Gönüllü Alayı’na Şebinkarahisar’a hareket emri verilmiştir. Askeri harekatın yaygınlaştırılarak sürmesi Koçgirililerin direnişiyle karşılaşmış, bütün bölgeye yayılan bir dizi çatışma ve katliam sonrasında Koçgirili ve Dersimli aşiret liderleri 8 Nisan 1921 tarihinde BMM’ye aşağıdaki telgrafı göndermişlerdir:

Ankara’da Türkiye Büyük Millet Meclisi Riyâset-i Fahimânelerine,

Koçgiri aşair-i İslamiyyemiz hakkında reva görülmüş ve hala görülmekte olan sû-i mu’âlmele ve teşebbüsât bir takım ahvâl-i mü’essifeyi bâdi olmakda ve evvelce gelen hey’et-i nâsihanın va’dine mütebâid ve muhâlif karâra ve Refahiye ve sâireye asker sevk edildiği ve hey’et-i nâsihaya vâki beyânâtımızın hiç birisinden semere görülmediği için hâlâ karışıklık devam etmektedir. Bu cihet aşâir-i İslamiyyenin i’timad-ı umûmisini ihlâl etdiğinden dolayı bu mes’elenin bi-avn’illahi te’âla tamâmen itfâ ve te’mîni için  anca kâti’l-arz esâs üzerine bir adâlet icrâsıyla olabileceğini arz eyleriz.

  1. Nefs-i Jandarma merkezi hâriç kalmak üzere ekseriyet-i azimesi Kürdlerle meskûn bulunan Koçkıri Kazasıyla Divriği, Refahiye ve Kuruçay ve Kemah kazalarının bir vilayet-i mümtâzeye ifrâğ ve teşkiliyle Yerli Kürdlerden bir valinin ta’yini Türk unsurundan da bir muâvinin bulundurulması ve me’mûrin-i mülkiye ve adliye herkes yine vazifesi başında bulunması
  2. Lehü’l-hamd anâsır-ı İslamiyye arasında nüfûsca henüz bir telefât olmadığından bir afv-ı umûminin i’lanı ve bu saik ile alnız tarafeynce yağma edilen mevaşi ve sâirenin mütecâsirlerinden bi’l –istirdat sahiplerine iadesi.
  3. Hükûmet-i milliye bu esâs üzerine bir adâlet irâe ederse âsâyiş-i umumiyye te’min edileceği gibi vatan-ı mukaddesimize Manzûr, Dersim aşâir ve sâdâttan göz dikmiş muhterislere karşı hükûmet-i milliye ile müttehaiden müdâfaya hâzır ve âmâde bulunduğumuzu hasbe’l –İslâmiyye arza mübâşeret eyleriz. Ferman

Rüesâdan Mahmud, Rüesâdan Manzûr, Dersim aşîr ve sâdâtdan İbrahim, Sâdâtdan Alişêr, Rüesâdan Seyidhan, Rüesâdan Mustafa, Koçkıri Aşâir Reisi Mehmed Naki[31]

Aktarılanlardan anlaşılabileceği gibi Kürtler cephesinde bölünme yaşanmış, Seyit Abdülkadir’in taleplerini beş-altı ilin özerkliği ile sınırlandırıp gerçekleşmesini de kurtuluş sonrasına ertelemiş,[32] geçen süre içinde Vilayetlere Muhtariyet tanıyan 1921 Anayasası kabul edilmiş, bu gelişmeler Koçgirililerin tutum ve taleplerini de etkilemiş, 1920 Mart ayında açık ve net belirtilen “ulusların kendi kaderlerini belirleme ve Kürdistan’ın tanınması” taleplerinden Koçgiri ve Dersim’in “mümtaz özerk bir il olarak tanınmasına” varan ve yeni anayasa içinde çözülebilecek bir noktaya evirilmiştir.

Ancak tüm bunlara rağmen askerî harekât bir kırım ve soyguna dönüşerek Eylül 1921’e kadar devam etmiş, Koçgiri köyleri yerle bir edilmiş, binlerce insan öldürülmüş, yüzlercesi tutuklanmış ve yerlerinden sürülmüşlerdir. 3 Nisan 1921’de başlayan askeri hareket büyük bir katliamla son bulmuştur. Koçgiri Tahkikat Heyeti’nin raporuna göre, Nurettin Paşa 24 Nisan 1921’de İmranlı’ya girmiş ve olaylar tümüyle bitmiştir. Ancak bundan sonra ikinci aşamaya geçilmiş ve katliam süreci başlamıştır. Resmî belgelerde bu durum meselenin kökünden hallolması şeklinde ifade edilmiştir. Yani Koçgiri halkına yapılan katliam olayın kökünden hallolmasıdır.[33] Benzer bir dilin ve anlayışın Cumhuriyet döneminde Dersim bölgesi için de geçerli olduğunu belirtmek gerekir.

Koçgiri Tahkik heyetinin raporuna göre bölgede 2000 hane tahrip edilmiş ve halk büyük bir yokluk ve sefalet içindedir. Operasyon sırasında köyler yıkılmış, halkın erzak ve hayvanlarına el konulmuştur. Yani sadece bir katliam değil aynı zamanda bir yağma da gerçekleşmiştir. Raporda Topal Osman’ın yaptığı katliamlar “çok ağır bir siyasi cinayet” olarak adlandırılmıştır.[34]

Bütün süreç boyunca aktarılan görüşme, yazışma ve diplomatik girişimlerden de anlaşılabileceği gibi Koçgirililerin talepleri birçok kez barışçıl yollarla çözülebilecek noktalara gelmiştir. Bu duruma anayasal bir zemin oluşturabilecek 1921 Anayasası da kabul edilmişken, Ankara hükümeti ve M. Kemal uzlaşma yolunu tercih etmemiştir. Ankara Hükümeti, süreci oyalamalarla ve “Nasiha Heyetleri” ile uzatmış, bu arada Merkez Ordusunu hazırlamış, uluslararası dengeler uygun olduğunda da Koçgirililer ve Pontuslular üzerine askerî harekât başlatarak büyük bir katliam gerçekleştirmiştir. Osmanlı Devleti’nin sıkça kullandığı “Nasiha Heyetleri” taktiği M. Kemal tarafından da gayet ustalıkla kullanılmış, şartlar uygun olana kadar Koçgiri ileri gelenleri oyalanmış, vakti geldiğinde de katliam emri verilmiştir.

Bu durumda şu soruyu sormak zorunlu hale gelmektedir: M. Kemal ve hareketi neden konuyu barışçıl görüşmeler yerine askerî harekât ve kırımla çözmeyi tercih etti? Bütün görüşme, yazışma, milletvekilliği teklifleri diplomatik süreç, 1921 Anayasa çalışmaları bir oyalama mıydı? Yoksa M. Kemal, Koçgirililerin iddia ettiği gibi aslında bir İttihatçı mıydı? Ya da İttihatçıların politik hattını sürdürerek baştan beri Anadolu’da, Türk ve Müslüman olmayan tüm unsurların temizlenmesini mi hedefliyordu? Erken Cumhuriyet döneminde yaşananlar, Koçgirililerin bu konudaki şüphe ve endişelerinin hiç de yersiz olmadığını açık bir şekilde göstermiştir.

Sonuç: “Harp Hiledir”

Öyle anlaşılıyor ki Ankara Hükümeti bir taraftan mevcut konumunu güçlendirmeye çalışmakta diğer taraftan da İtalya, Fransa ve İngiltere ile ilişkilerini geliştirmeye çalışmaktadır. İçerde Kürtler, Koçgirililer ve Dersimlilerle yürütülen müzakereler de bu ilişkilerin netleşmesine bağlı olarak geliştirilmekte, anlaşma zemini olarak görülen protokoller, “Nasiha Heyetleri”, anayasa teklifleri ise zaman kazanma taktikleri olarak sürdürülmektedir. Nitekim İngiliz ve Fransızlarla ilişkilerin geliştirildiği ve askeri konumlarının güçlendiği 1922 sonlarında, ne Kürtlerle Türklerin ortak vatanı Misak-ı Milli sınırları, ne Araplarla konfederasyon vaatleri, ne de 1921 Anayasası ile tanınan özerklik vaatleri hatırlanmış, Türk ve İslam hanesi içinde kabul edilmeyen siyasi özneler olan Koçgirililer ve Pontuslulara yönelik kıyım hareketine girişilmiş, “tek millet” yoluna girilmiş ve bu kuruluş süreci Türk tarih yazımına M. Kemal’in askeri, siyasi, stratejik dehası olarak kaydedilmiştir. Ergun Özbudun bu keskin dönüşümü gayet net bir şekilde açıklamaktadır:

“1921 yılında hayli radikal denebilecek yerinden yönetim ilkelerini coşkuyla kabul eden TBMM, üç yıl sonra aşırı merkeziyetçi bir yönetim sisteminin kurulmasını nasıl bu kadar sessiz ve itirazsız bir şekilde kabul etmiştir? Muhtemel bir açıklama, Atatürk ve çalışma arkadaşlarının baştan beri güçlü bir milli ve merkeziyetçi devlet taraftarı oldukları, ancak Millî Mücadele’nin olağanüstü şartları içerisinde etnik bakımdan Türk olmayan unsurların, özellikle Kürtlerin Millî Mücadele doğrultusunda seferber edilebilmeleri için bu yolu tercih ettikleridir.”[35]

Sonuç olarak Koçgirililer kıyıma uğramış ve siyasi özne olmaktan çıkarılmış, Pontuslular kıyılmış ve sürülmüş, Kürtler kandırıldıklarını anladıklarında itirazları kanla bastırılmış, Ardından daha 1921’lerde hedeflenen Dersim katliamı 1938’de gerçekleştirilmiş ve “Türklerle Kürtlerin ortak vatanından” bugüne gelinmiştir. Özetle, makalenin başında belirtildiği gibi, aşiretlerle yapılan her görüşme ve anlaşma esas olarak daha güçlü konumlar elde edildiğinde yok sayılacak bir hiledir. Kuruluşun yüzüncü yılında da “stratejik dehanın” siyasal muhataplarına karşı yürüttüğü “hile” siyasetinin sonuçlarıyla karşı karşıyayız ve devlet aklı aynı yolda gibi görünüyor. Türkiye’de devlet aklının, “Türklerin ve Kürtlerin ortak vatanı” anlayışının çok uzağında olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.

Hikâyenin sonu için başını hatırlatalım: Hile ile abad olunmaz! Yalanla demokratik bir cumhuriyet kurulmaz!

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz