Bir Fırtına Alameti: Cibranlı Halit Beyin Biyografisi

0
20

halit_bey-samMakale / Fırat Aydınkaya

Biyografi yazarlığının pirlerinden biri olan Edward H. Carr’e bakılırsa ‘biyografilerin çoğu kendi adına konuşabilir’[1] Eğer biyografi kendi adına konuşabilme kabiliyeti haiz ise, şu durumda biyografi yazarına sadece özneye mikrofon tutmak düşecektir. Ne var ki söz konusu kişi Cibranlı Halit Bey gibi sömürge ortamlarında doğup büyüyen ve hayatını anti kolonyal mücadeleye adayıp, bu yolda başını verenlerin hayat öyküsü olduğunda mikrofon hiçbir şeye yaramaz. Yaramaz çünkü sesinin hatta başının kesilmesi üzerine kurulan bir düzen söz konusu olduğu için belgeye, şahitlere, hatta biyografiyi muhtevalandıracak bütün hatırat deposuna el konulmuştur. Kamuya kapatılmıştır, yadigar olarak arkasında bıraktığı kılıç dahi şehir pazarlarında satılmıştır. Muktedir sadece hayatına değil ölümden sonrasına da el koyup, mirasını dahi dizayna kalkışmıştır.

Aşağıda genişçe anlatılacağı üzere kolonyal kamulaştırma sadece Halit Bey’in şahsına el koyup, onun kafasını Bitlis’te kesmekle kalmamış, Bitlis Divanı yargılamaları ve uzun askerliği boyunca tutulan askeri belgeler de kamuoyundan saklanmak suretiyle şahsi manevisi de konuşulamaz bırakılmıştır. Bu sebeple Halit Bey’in biyografisini yazmak için, onun hayatını dönemlere ayırmak, dekore etmek ve keskin sınırlarla ayrılmış hayatının dönem efektleri arasında köprüler inşa etmeyi gerektirir. Hayatının ilk on yılına dair neredeyse hiçbir şey bilmemekteyiz, yalnızca doğum tarihi ve aile efradı gibi resmi toplum çıktılarını bilmekteyiz. Hayatının ikinci on yılına el konulmuştur, resmileştirilmiştir, imparatorluğun başkentinin zimmetine geçirilmiştir. Hayatının üçüncü on yılında ise bir lejyoner politikasının kurbanı olarak ülkesinden ve halkından uzak yere gönderilmiş, fizan çöllerinden hikmet biriktirmeye sevk edilmiştir. Bu her üç döneme dair bildiğimiz tek şey yalnızca nerede olduğu ve resmi olarak ne ile iştigal ettiğidir. Gayrı resmi hayatına dair elimizde neredeyse tek bir bilgi dahi yoktur. Özetle çocukluk ve gençliğine el konulduğu için, ona dair bir şeyleri bilebilmek ancak dönemi dekorize etmek, koşulları canlandırmak ve dönemin fragmanına onu yerleştirip tahminler yürütmeyi gerektirmektedir.

Öte yandan son on bir yıllık yaşamı ise bir kahramanlık öyküsünün bütün öğelerini deruhte eder. 1913-1924 arasındaki hayatı hızlandırılmış bir kahramanlık filminin, ana karakteri anti kolonyal anlatıya özgülenmiş bir sömürge romanının bütün bileşenlerini havidir. Belirtilen sebeplerle Carr’in tespitinin aksine Halit Bey’in biyografisinin dili egemenlerce kesildiği için kendi adına konuşamaz, ancak konuşturulabilir.  Halit Bey’in yaşam öyküsü bir roman kurgusu için fevkalade malzemelerle doludur. Onun hayatını anlatmak ritmi sürekli yükselen bir kurgusal senaryonun fevkalade bir örneğidir. Bir başka ifadeyle biyografisi anti kolonyal bir roman kurgusunun bütün bileşenlerini barındırır. Ancak romanın bütün önemli sayfalarının koparılıp atıldığı ikinci el kitap misalidir.

Kimdir Halit Bey?

Öncelikle onun hayatına dair yapılan çalışmalara bakıldığında, onun yaşam öyküsünün araçsallaştırıldığını ilk bakışta gözlemek mümkün. Yapılan bütün çalışmaların ortak noktasının onu gizli özne ya da ilişik özne yapmaya uzanması ilgi çekici bir durum. Aşiret Mektepliğinin gizli öznesi, Filistin cephesinin gizli öznesi, Hamidiye alaylarının gizli öznesi ve nihayet Şeyh Said isyanının gizli öznesi. Oysa Halit Bey’in hayatı başta kendisini olmak üzere, bağlı olduğu halkı esas fail yapmak üzere kurgulanmış bir yaşam öyküsüdür. Buna rağmen yaşadığı hayat ya Şeyh Said’in ve isyanının gölgesinde sürülmüş bir yaşam efekti olarak anlatılmakta ya da Azadi hareketini anlamak için zorunlu bir uğrak olarak anlatılmaktadır.  Resmi Kürt tarihi ona gölge muamelesi yapar, ona sahne gerisini layık görür. Azadi hareketinin başı erken vurulan aydınlanmış feodali, Şeyh Said isyanın gizli öznesi biçiminde karakterize eder. Oysa Halit Bey her şeyden önce bir komutandır. Modern askeri bilimleri etüd etmiş, okulunu derece ile bitirmiş, sultan yaveri unvanına layık görülmüş biridir; eskaza Kürt değil de Türk olsa muhtemelen devletin üç beş kurucu iradesinden biri olurdu.

Çocukluğu    

Halit Bey’i tanımak için onun içinde doğup büyüdüğü koşulları bilmek mutlak manada gereklidir. Çocukluk ve gençlik yıllarının, Osmanlının en buhranlı dönemine denk gelmesi onun yaşamının kodlarını da belirlemiştir. Bu noktada altı çizilmesi gereken en önemli husus Halit Bey’in dünyaya geldiği bölgenin politik konumunda yaşanan sert transformasyondu. II. Mahmud ve akabinde Sultan Abdülmecid’in otonom Kürt mirliklerini sert askeri operasyonlarla yıkması zikredilmesi gereken en önemli olaydı. Bu seferler ile klasik Kürt feodalizmi yıkılmış, Kürtlerin kendilerini doğrudan yönetme kurumları yerle bir edilmiş, dönemin yazışmalarının diliyle Kürdistan mükerrer fethedilmiştir. Osmanlı yönetimi tıpkı İngilizlerin Hindistan’da yaptığını yapmış, Kürtlerden müteşekkil, saraya doğrudan bağlı bir ordu kurmuştu. Klasik Kürt feodalizmini yerle yeksan ederek Hamidiye aşiretleri üzerinden bir çeşit devlet feodalizmi inşa etmiştir. Devamında ise zeki Kürt çocuklarını Enderun geleneğini andıran bir şekilde İstanbul’da kurduğu Aşiret Mekteplerine almıştır.

Berlin Antlaşmasından  (1878) dört yıl sonra doğması, yani 1882 yılında hayata gözlerini açması kaderin bir cilvesinden fazlacaydı. Uluslar arası güçler, Kürtlerin, ezeli komşuları olan Ermenilere karşı dizginlenmesini istiyordu. Halit Bey giderek tırman/dırıl/an Kürt Ermeni geriliminin içine, Osmanlı sömürgeciliğinin tahkim edildiği koşulların ortasına doğmuştu. Bütün bu olaylar Halid Bey’in yaşamını daha doğmadan kurgulayan bir devlet senaryosunun külli iradesiydi. Mustafa Kemal’den bir yıl sonra doğmuş olsa da onun kadar şanslı değildi, tam da sömürge yönetiminin külli iradesi devreye girdiği için on yaşındayken İstanbul’a talebe olarak gönderilmişti. Zira emir büyük yerdendi, sömürge idaresi kendisine işbirlikçi yetiştirmek için yerlilerin zeki çocuklarını devşirmek istiyordu. Babasının ya da annesinin buna karşı çıkıp çıkmadığını bilmesek de emir, ebeveynliği her daim keserdi.

Varto’da çocukluğunun on yılını nasıl geçirdiğini bilmiyoruz. On yaşına kadar Kürdi bir eğitimden geçirilmesi olasıydı. Ve keza anne tarafından Nakşi olan Melekan medreselerine bağlı hocalardan dini eğitim almış olması da dönemin icabı gibi görünmektedir. Beş yaşından itibaren Kürdistan’da doğan çocukların aşiret müktesebatı uyarınca at binip, silah kuşanarak zorlu hayat koşullarına alıştırıldığını biliyoruz. Babası Aşiret Alayında yarbaylık-mutasarrıflık görevini ifa eden bir komutandı, çocukken babası ile ilişkileri nasıldı, annesi ile ilişkileri ve kardeşleri ile ilgisi nasıldı, bunlara dair tek bir şey dahi bilmiyoruz. Ama en azından aşiret mektebine gidip gitmemeyi kendisine sorulmadığının tahminini yürütebiliriz. Düşük rütbeli dahi olsa babasının komutan olması, onu Kabataş’a gidip eğitim almak için kolaylaştırıcı bir rol oynamışa benziyor. Her erkek çocuk, babasının geleceğine göz diker prensibi bu ilişkiyi de tayin etmiş görünüyor.

Kırk iki-üç yıl gibi kısa bir hayat süren Halit Bey’in, hayatının ilk on yılına dair tek bir şey dahi bilmiyoruz. Bu sahne bir açıdan tanıdık pek tabi ki, sömürülen halkların yaşamları ancak resmi kayıtlara değdiğinde, resmi kurumlara ayak bastığında değer kazanır. Arendt’in bir vesile ile söylediği üzere devletsiz halkların bireyleri esasen anomali varlıklardı, sözde yaşam sürenlerdi, ancak suç işlediğinde yasaya, resmiyete ve varoluşa konu edilirdi.[2] İmparatorluğun taşrasında hayata gözlerini açan bir çocuğun, on yaşına kadarki hayatının bilinmemesi sömürgecilik geleneğiyle uyumludur. O aşiret mektebine gönderildiğinde, İstanbul’a ayak bastığında, yani efendilerin ortamına girdiğinde gerçekten doğmuş oluyordu.

Halit Bey’e bu ismi kimin verdiğini de bilmemekteyiz. Anne tarafından Melekanlı Nakşi dedelerinin soylarını Halid Bin Velid’e dayandırdığını biliyoruz. Halit isminin bu soya gönderme olması muhtemeldir. Büyük üstad Ehmedê Xanî’nin ölümsüz eserindeki Mir Zeyneddin’in soyağacının da Velid’in oğluna dayandırılması ilgi çekici bir tesadüf olsa gerek. Meşhur ama kanıtlanamayan klişelerdendir, her insanın isminin anlamını veya sembolizmini yaşaması. Halit Bey de adını yüklendiği Halid Bin Velid gibi büyük komutandı, o da adaşının/selefinin topraklarına ayak basacaktı, Filistin’de, Arap topraklarında, o da adaşı gibi dava adamıydı ve kılıcının gölgesinde bir hayat sürecekti.

Sonuç olarak Halit Bey’in çocukluğuna dair elimizde neredeyse hiçbir bilgi bulunmuyor. Ama en azından ailesinin konumu, babasının maaşı sayesinde yoksul bir çocukluk geçirmediğini, sevilen bir çocuk olarak baba evinde on yıl geçirdiğini varsayabiliriz. Vaktinin çoğunu konaklardaki bêsilmelerle veya aşiret içindeki diğer ağa çocuklarıyla geçirmesi olasıydı. Babası yarbay rütbesinde bir askeri komutandı. Komutan olmasının bir gereği olarak sert ve çatık kaşlıydı muhtemelen. Kararlı ve hükmetmesini bilen bir babaydı. Görev yerinin uzaklığı ve mobil bir görev ifa etmesi sebebiyle çocuklarıyla nitelikli bir ilişki sürdürmesi zor görünmekteydi. Annesi ev hanımıydı, dini eğitimi vardı ve geleneği güçlü olan dindar bir aileden, aşiretli bir aileye gelin gelmişti. Doğduğu yer olan Melekan dini duyguların yüksek olduğu bir bölgeydi, Varto gibi nispeten seküler aşiretli bir ortama gelmiş olması şüphesiz ona değişik gelmiş olmalı ve intibak sürecini uzatmış olmalıdır. Netice itibariyle çocukluk evresinden koparılan Halit Bey, Bavê Kurdan lakabıyla tanınan Abdülhamit’in evine, başkente gidecekti.

İstanbul’daki Hayatı

Halit Bey’in İstanbul’a gönderilmesinin hikayesinin Fanonist bağlamı vardır şüphesiz. Yerli “özgür olmak istiyorsa gitmesi gereken yönü ona sömürgeci(si) göstermişti.[3] Hakikaten sömürülen yerlilerin çocuklarının, egemenlerin okuluna gitme aşaması dekolonizasyon için kritik bir merhaledir. Her ne kadar ne zaman söylediği müphem olsa da ona atfedilen anlamlı bir söz var: “ji bo yar û miradan me serî danîyê li vî rê”. Halit Bey’in kafasındaki yar ve murad için başşehire gitmediği herhalde açıktı. Ancak öyle görünüyor ki, başşehirdeki eğitim vesilesiyle “yar ve murad”ın anlamını etüd etmiş ve buna ulaşacak yordamları da buradan öğrenecekti.

Afrika edebiyatçılarından Chiniua Achebe, (Parçalanma-2019, Artık Huzur Yok-2019) Ngugî wa Thiong’o (Aradaki Nehir-2016, Bir Buğday Tanesi-2014)  ile Kürtlerin ilk romancısı Erebê Şemo (Jîyana Bextewar, Şivanê Kurd- 1994) ulusal kurtuluş hareketinin tarihini modern okullara yerlilerin talebelerinin gitmeleriyle başlatır. Bu edebiyatçılara göre sömürgecilik sisteminin altında ezilen babalar, beyazların üstünlüğünün gizini öğrenmeleri ve bu sistemden kurtuluşun anahtarını almaları için oğullarını (özellikle oğullarını, kızlarını değil) modern sömürgeci okullara gönderir. İşte bu aşama sömürge karşıtı modern bilincin ilk aşamasıdır.  Halit Bey’in hikayesi yine de bir ölçüde farklı görünmektedir. Babasının veya bağlı bulunduğu aşiret reisinin onu kurtuluş umudunu örgütlemek için başkente göndermiş olabileceğine dair bir veri yoktur. En iyi ihtimalle aile büyükleri, onun okumasını, aşiretin reisi olmasını ve bu sayede bölgesindeki halka fayda sağlamasını umabileceği akla daha yakındır. Bu sebeple Halit Bey’in, anti kolonyal roman kurgusunda sıkça bahsedilen babanın özgürleşme hayallerini gerçekleştirmek için değil, aşiretin iktidarını kaim kılmak için gönderildiği varsayılabilir.

Halit Bey’in okul hayatını biraz bilsek de İstanbul’da okul dışındaki hayatında ne yaptığını bilememekteyiz. Müfredatı önceden belirlenmiş, halifeye sadakatin birincil amaç olduğu, ümmetçi İslamizmin üniforma olarak talebelerin ruhlarına işlendiği bir okul olarak, Aşiret Mektebi elbette kolonyal eğitim üslerin tipik bir prototipiydi. Talebelerin açlıkla ve kötü muamele ile sınanarak, yerli olduklarına dair had bildiren uygulamalar, okulun olmazsa olmazlarındandı. Öte yandan Arap talebelerle olan kavga ve didişmelerden de görüyoruz ki okulda politik fikirler havada uçuşmaktaydı ve yerli talebeler, efendilerine yöneltemedikleri haklı öfkelerini birbirlerine yöneltiyorlardı.

Okulun müfredatı Sünni teolojiyi, Hanefi müktesebatı amir kılan bir paradigmayı esas alıyordu. Halit Bey’in aşiretinin seküler olana meyyal bir yaşam tarzına sahip olduğunu bilmekteyiz. Fakat kendisinin dindar sayılabilecek bir karakteri olduğu bilgisi de inkar edilemez. Ondaki dindarlığın kökenlerinin annesi üzerinden Halidi şeyhlere uzandığı aşikar, ihtimalen on yaşına kadar hiç değilse evde Kuran’ın surelerini ezberlemeye yetecek kadar Arapça bilgisi edinmiş olduğu ve dahi dedelerinin sıkı takipçisi olduğu Şafii fıkhının biçimsel öğelerine vakıf olarak İstanbul’a gelmiş olduğu tahmin edilebilir. Bu sebeple okuldaki Sünni ilahiyata vakıftı elbette, bunu tahkim etmiş olduğu varsayılabilir. Fakat aynı şeyi Hanefilik için söylemek kolay değil. Zira Şerefname’nin müellifinin de bildirmiş olduğu üzere Şafiilik, Kürtler için bir çeşit etno-mezhep haline dönüşmüştü ve Hanefiliğe ihtida hoş karşılanmazdı. Bir diğer nokta okulun Türkçe eğitim vermesindeki tavizsiz duruşudur. Halit Bey’in İstanbul’a gelmeden önce yeteri kadar yazılı Türkçe (Osmanlıca) bilmediğini varsayabiliriz, hatta belki de hiç bilmiyordu.

İstanbul’a gelişinin dördüncü yılında yani Mustafa Kemal’in Harbiye kurumuna girişinden üç yıl önce, 1896 tarihinde padişahın emriyle mülkiye ve harbiye bölümlerine gönderilen seçkin öğrencilerden biri de oydu.[4] Mekteb-i Harbiye-i Şahane, yüzyılın sonuna gelindiğinde en modern Osmanlı yüksek kurumlarından biriydi. Müfredatı büyük oranda gelişmiş Batı akademileri ile örtüşmekteydi.[5] Aşiret çocuklarının ülke dahilinde elit görevlere getirilmesi için padişah onları “sultanın fahri yaveri” olmakla taltif ediyordu. Nitekim dönemin prestijli mevkutesi olan ve 1891 ile 1944 yılları arasında yarım yüzyıl boyunca yayın yapan Serveti Fünun dergisinde, göz alıcı bir fotoğraf ile yüzbaşı rütbesi ve 4. Dereceden Efendi unvanıyla sultanın yaveri fahrisi olarak vilayetlere gönderildiği duyuruldu.

Burada hassasiyetle Harbiye kurumunun dönüşümüne bakmak icap eder. Zira Halit Bey’in, özellikle hayatının son on iki yılında takip ettiği ulusal mücadele praksisi büyük oranda Harbiye kurumundan temellük ettiği eğitim ile alakalıydı. “Goltz kuşağı Osmanlı Subayları”nın Kürdistan şubesiydi Halit Bey bir bakıma. 1877-78 savaşı yenilgisinden sonra Osmanlı askeri sisteminin gözden geçirilmesi gündeme geldiğinde dönüşümün ilk başta Harbiye’den başlamasına karar verilmişti. Bunun için Alman modeli takip edilerek Harbiye’nin yeniden yapılandırılması uygun bulunmuştu. Bu çerçevede Kaiser’den yardım istenmiş ve o da general Goltz’u İstanbul’a göndermişti. Goltz daha önceki kariyerinde kritik savaşlarda bulunmuş ve halkın bizzat kendisinin savaşın kaderini değiştirebileceğini düşünerek sivillerden oluşturulacak milis kuvvetlerini teorize ettiği “Millet-i Müselleha- Silahlı Millet” kitabı yani teorisiyle biliniyordu. Goltz paşa öğrenci kapasitesinden, müfredata kadar pek çok esaslı değişiklik yapmıştı. Onun çabası etkisini göstererek başıboşlukla nam salan harbiye öğrencileri kısa sürede disiplinli bir yapıya dönüşmüş ve öğrencilerin yürüyüşünden “bu harbiye mektebi talebesidir”[6] noktasına gelecek çapta yenilikler yapmıştı. Ona bakılırsa geleceğin harplerine hazırlanacak toplumların subayları hayati roller oynayabilirdi. Gelecekteki savaşların eski tür cephe savaşları ve de büyük meydan muharebeleri biçiminde olmayacağından bahisle savaşın muhtevasının değişeceğini ve bütün toplumun savaşa katılmaya mecbur kalacağını iddia ediyordu. İş bu teori kısa sürede etkisini gösterecek ve 1908 İhtilalini gerçekleştiren ve daha sonra Osmanlının son dönemi ile Cumhuriyetin kuruluş süreçlerine damgasını vuran subaylar Goltz paşanın talebelerinin arasından çıkacaktı. Harbiye’de Goltz’un reformları sonrasında eğitim gören, bilhassa da kurmay sınıflarına devam eden zabitler, topluma yol gösteren, onu eğiten ayrıcalıklı bir sınıf oluşturduklarını düşünmüşlerdir. Bu şekilde Goltz’un talebeleri kendilerini “toplumsal mürşid” görüp, toplumun her alanında liderlik yapmaya koyulmuşlardı.[7] 1916 yılı sonrası Halit bey, kelimenin tam anlamıyla Goltz paşanın teorisinin içinden yürüyen bir toplumsal mürşid gibi hareket ediyordu.

Halit Bey’in İstanbul’daki hayatıyla alakalı olarak elimizde sahih bilgiler yoktur. Mesela yüzyılın sonunda İstanbul’da dikkate değer bir koloni görüntüsü veren Kürt hamalları ile ilişkisi var mıydı, onların bulunduğu toplumsal ortamlarda yer alıyor muydu, bilmemekteyiz. Keza yine yüzyılın sonlarında Osmanlı Bankası baskınının ardından Ermenilere dönük yapılan pogromvari saldırılara şahit olmuş mudur, olmuşsa nasıl davrandığı kocaman bir muammadır. Öte yandan İstanbul’da mukim Bedirxanilerle, Babanlarla ilişkilenip ilişkilenmediğini de bilmiyoruz. İstanbul’da kaldığı on yıl boyunca neler yaptığına, kimlerle görüştüğüne, siyasi gruplaşmalara dahil olup olmadığına dair sahih bilgi yoktur. Henüz İstanbul’a ayak basmadan üç yıl önce (1889) İttihat ve Terakki Cemiyetinin kurulduğunu biliyoruz. Abdülhamit’in geniş çaplı istihbarat ağının kepçe kulaklarına takılmadığı ve en önemlisi, sultanın fahri yaverliğine getirildiğine göre İttihatçılarla örgütsel bir temasının olmadığını varsayabiliriz. Peki ama Jön Türklerin entelektüel-kültürel kanadıyla bir teması olmuş mudur? Tanzimat fikriyatının toplumsal değişimi mobilize eden ayartıcı fikirlerine karşı ne düşündüğünü bilmiyoruz. Keza ittihatçıların devleti ıslaha çağıran projelerine ne tepki verdiğine dair de elimizde bir veri yok. Abdullah Cevdet ve İshak Sükuti gibi komitacı Kürt okumuşlarıyla temasta olduğunu gösteren bir emare bulunmadığına göre ve daha önemlisi sultanın fahri yaverliğini kabul ettiğine göre, dönemin gruplaşmalarından uzak kalarak temkinli davrandığını ileri sürebiliriz. Esasen Halit Bey’in hayatındaki en önemli iki kelime teenni ve temkin gibi görünüyor. Askeri eğitimin doğasındaki kültürün bir bakiyesi olarak Halit bey aceleye gelmeyen, maceracı girişimlerden uzak duran, neden-sonuç matematiğini iyi gözetleyen bir temkin gerillasıydı.

Her ne kadar okuldaki talebeler içten içe Abdülhamit karşıtlığına kapılıp “padişahım çok yaşa yerine padişahım baş aşağı” şeklinde bağırmaya başlasa bile genel olarak onun Abdülhamit rejimiyle uyumlu olduğunu iddia etmek doğru görünüyor. Vatanından bin kilometre ötede, sembolik babanın başşehrinde, henüz reşit olmuş bir gençten, bir imparatora kafa tutmasını beklemek elbette adil bir beklenti değil. Ama tersinden düşündüğümüzde bu rejimin çatlaklarını, otokratik karakterini, yerinden görüp tecrübe kazandığını ileri sürebiliriz. Bununla birlikte yüzyılın kapanmasına iki yıl kala babasını bir iç çatışmada kaybetmişti. İstanbul gibi karmaşasıyla meşhur bir yerde yetim kalmanın bütün iç burkan yalnızlığını yüreğinde derin olarak hissetmiş olmalıdır. Yetim kalmak onun erken büyümesine vesile olmuş gibi görünmektedir.

Filistin’e Görev Kağıdı

Halit Bey okulunu bitirdikten sonra, 1902 yılında Harbiye mezunu, yaver yüzbaşı olarak Cibran alayı (belki de dar kapsamlı bir ekip) ile birlikte Filistin cephesine gönderildi. Cerablus, Hama, Humus ve Yemen görev bölgesiydi. Peki ama neden başka bir bölge değil de Filistin? Bu soruyu deşmeden önce, onun yurdundan uzak yere tayin edilmesinin elbette kolonyal bir uzaklaştırma politikası ile ilgisi vardı. Gerçek şu ki, bavê Kurdan namlı sultan, Halit bey ve İhsan Nuri örneklerinde olduğu gibi, Kürt okumuşlarını her ne suretle olursa olsun yurtlarından uzağa gönderiyordu. Bilgiyi, eğitim gören Kürdü tehlikeli görüyordu, kendi gözetiminde verilen bilgiye dahi güvenemiyordu.

Arap coğrafyası yüzyılın sonlarından itibaren belli cereyanların, hassaten de milliyetçi siyasetlerin yoğun sağanağının altındaydı. Napolyon’un Mısır seferi Ortadoğu’nun jeopolitiğini zaten kırılgan hale getirmişti. Mısır’ın stratejik değeri uluslararası siyasette giderek artmıştı. İngilizlerin Hindistan ve Çin’e yönelik siyasetini belirleyen East İndia şirketinin yeni hedeflerinden biri Ortadoğu’ydu. İngilizler, Hindistan-Çin ticaret yollarının güvenliğini sağlamak için bu bölgeye el atmayı artık daha fazla erteleyemezdi.

Öte yandan Batı’da eğitim gören Arap devrimciler de anayurtlarına dönüp siyasi çalışmalar yapıyordu. Bu sebeple açık bir şekilde Arap milliyetçiliği tehlikesi baş göstermişti, özerklik ve değişik kamusal talepler giderek güçlü bir şekilde İstanbul’un kıyılarına varmıştı. Başta Lübnan olmak üzere değişik yerlerdeki Müslüman olmayan unsurlar kimi zaman isyan çıkarıyordu. Tam da Halit Bey’e sefer emri geldiği yıl, Suudiler, Riyad’a geri dönüp, Necid’i ele geçirmişlerdi. Üstelik 1860’daki Suriye iç savaşının (Şam olayı) yaraları hala kanıyordu. Yemen’de sıkça aşiret isyanları çıkıyordu ve Osmanlı askerlerinin görevi bu isyanları bastırmaktı. Bütün bunlara ilaveten 1896 yılında yani Halit Bey daha mektepliyken Theodor Herzl, Yahudi Devleti manifestosunu açıklamıştı. 1897 yılında Dünya Siyonist Teşkilatına getirildikten kısa süre sonra 1901-2 de Abdülhamit’e başvurarak ondan Filistinliler için bir yurt istemişti. Kudüs hinterlandı değişik çevrelerin kadastro faaliyeti için her an uygun anını bekliyordu.

Kısacası Filistin cephesi gerçek manada kibritin çakılmak üzere olduğu bir benzin deposu misaliydi. Askeri sicil dosyası açıklanmadığı için bu cephede hangi komutana bağlı çalıştığını bilmemekteyiz. Birkaç yıl sonra Cemal Paşa’nın yaveri olarak buraları gezip bilgi veren Falih Rıfkı’ya bakılırsa Osmanlı ordusu buranın halkına bir müstemleke ordusu gibi davranıyordu.[8] Arap milliyetçilerini darağacına asıp, oranın iktisadi kaynaklarına el koyuyordu, türlü nüfus mühendislikleri uygulayıp, taşrayı kolonizasyon yöntemleri ile elde tutuyordu.  Ussama Makdisi bunu Osmanlı Oryantalizmi olarak adlandırıyordu ve bunun ideolojik kökenlerini Ahmet Cevdet Paşanın “yüce devletin gerçek gücünü Türkler oluşturmaktadır. Bu nedenle yüce devletin, diğer halklarından daha değerli olmaları doğaldır” şeklindeki fikriyatına dayandırıyordu.[9]

Dindar kişiliğe sahip bir yüzbaşının, Arap bölgelerindeki sünni halkla iyi ilişkiler içinde olduğunu varsayabiliriz. Okul arkadaşı olan Faysal Hüseyin de bölgedeydi ve Arap milliyetçiliğini örgütlemeye girişmişti. Fakat Arap halkları için çalışan milliyetçi Arap entelijensiyası ile nasıl bir ilişki tutturduğunu bilmiyoruz. Bilmediğimiz diğer bir şey ise burada mukim Yahudilerle nasıl bir ilişki geliştirdiğidir. Fakat Arap milliyetçilerinin haklı talepleri, Dürzi, Yahudi ve diğer millet ve dini unsurların ayrılıkçı taleplerini yerinde görüp müşahede etmek, Halit Bey için ilk gerçek okul gibi olmuşa benzemektedir. Yemen aşiret güçlerinin isyanı, Marunilerle Osmanlıların gerilimi, Yahudilerle, Müslümanların gittikçe artan çekişmeleri, Kürdistan davası için bir antrenman sahası hükmündeydi. Halit Bey’e Harbiye eğitimi süresince halk direnişlerinin nasıl askeri olarak bastırılacağı, bu bastırma hareketlerinin merkezin devredilmeyecek hakkı olduğu öğretilmişti. Şimdiyse tersi bir öğrenme sürecindeydi, isyan edenin haklı olabileceği ideolojileri sahada tedris ediyordu.

Gerçek şu ki, imparatorluğun taşrasında yaşayan değişik halklar zamanının ruhunu yakalayarak sömürgeci merkezden kopuşun hayallerini kurmaktaydı, tıpkı bir zaman sonraki Halit Bey’in de hayallerini süsleyecek türden hayaller gibi. Kaderin cilvesi olarak, İmparatorluğun bir başka taşra bölgesinin halkından bir komutan ve aşiretinin alayı ile başka halkların özgürlük umutlarını söndürmeye gönderilmişti. Onun bu haklı yangını söndürmek için aktif olarak ne yaptığını bilemesek de, bu yangının ateşinden payını alarak yurduna döndüğünü varsayabiliriz. Dünyada savaş rüzgarlarının estiği son düzlükte 1913 gibi Halit Bey, yurduna, Varto’ya gönderilmişti bu sefer. Rus tehdidine karşı, Ermeni hayallerine karşı, ve hatta Kürt özgürlük düşüncesinin dip akıntılarına karşı.

1908 Süreci

Halit Bey’in İttihat ve Terakki Cemiyeti ile ilişkisini gösterir herhangi organik bir belirti yok. Onun Abdülhamit’in muhaliflerine, hiç değilse fikirsel düzeyde yakınlık duyduğunu gösterecek bir emare de bulunmuyor. Kürdistan gazetesi kurulduğu zamanlarda artık gençliğin baharındaydı ve şüphe yok ki iktidarıyla muhalefetiyle başkentin politik atmosferinden haberdardı. Kürdistan gazetesinin çıkışını tahminen coşkuyla selamlamış olabilir, sırf ilk Kürtçe neşriyat olması hasebiyle. Ama gazetenin sahipleriyle ideolojik bir yakınlık duyup duymadığını bilmiyoruz. Keza Abdülhamit muhalifi Kürt cephesi olarak Bedirxaniler, Nehriler, Jön Kürtlere yakınlık gösterdiğine dair tahmin bile yapmak son derece zor. Her ne kadar fikirsel radarlara açık bir genç olsa da öyle görünüyor ki, eğitimi ve yeni görevi başka şeyleri tali gösteren edimlerdi.

Biyografilere bakılırsa 1908 sürecinde Halit Bey, başkentten uzak bir yerde, Filistin cephesindeydi. Coğrafik yakınlık itibariyle başta Bedirxanilerin bir kısmı olmak üzere Kürt muhaliflerin yolu Mısır’a düşüyordu, bu sebeple onlarla haberleşmeleri sürpriz sayılmaz. Meşrutiyet ilanına giden süreçteki askeri müdahalelere ve devlet krizine uzak olmasının altını çizmek gerekir. Bununla birlikte 1908’e giden süreçte ordunun içinde ciddi bir ittihatçı örgütlenmenin olduğunu bilmekteyiz. Bu örgütlenmenin hangi tarafında yer alıyordu? İttihatçı subaylarla çekişmiş olabilir mi veya el altından onlara destek çıkıyor muydu? Halit Bey’in bu kritik süreçte nasıl davrandığını, hangi safta yer aldığını bilmemekteyiz.

1908 sürecinden sonra da yaklaşık beş yıl boyunca Filistin cephesinde görevini sürdürdüğü ortadayken bazı soruları irdelememiz kaçınılmaz. Bir kere bütün bu süreçlerde eğer rijit ölçülerde İTC muhalifliğine abansaydı, bu İttihatçıların gözünden kaçmazdı ve onu görevden alırlardı veya tenzili rütbe yapıp onu önemsiz konumlarda bulundururdu. Ama öte yandan eğer fanatik ölçülerde ittihatçılara meyletseydi, bu durumda ittihatçıların onu el üstünde tutarak kritik görevlere getirmesini beklemek gerekirdi. Ne var ki 1902’den beri aynı cephede ve aynı hiyerarşik dizilişte bırakılmasına bakılırsa onun askeri örgütlenmelerdeki keskin gruplaşmalara dahil olmadığını ileri sürebiliriz. Yani müstebit padişahın fanatik taraftarı olmadığı gibi, ordu içinde serpilen yeni ittihatçı ideolojiden de açıktan taraf değildi. Ağustos 1911 yılında Arap aşiretlerinin isyanı üzerine Bağdat valiliğine atanan ve sonradan Araplar tarafından “el seffah” olarak yani Arap kasabı olarak nam salan Cemal paşa ile yolları kesişmiş miydi? Cevabı olmayan kritik sorulardan biri daha.

Kim ne derse desin Filistin cephesi ve buradaki İttihatçılarla çalışmak zorunda kalmasının en veciz anlamı onun hayatının 1920 sonrasına kelimenin tam anlamıyla damga vurmuş gibidir. Ordu içinde hücre tipi örgütlenmeye giderken, yani Azadî oluşumunun planını yaparken İttihatçı modellerden ilham aldığı pekala iddia edilebilir. Ermeni fedai örgütlenmeleri ordu içinde değil de, halk içinde gerçekleşen bir örgütlenme olduğu için nispeten gevşek ve sivil veçhelere sahipti. Fakat İTC’nin askeriye içindeki hücre örgütlenmesi çok ciddi bir gizlilik ve sofistikasyon barındırıyordu, en fazla üç kişinin birbiriyle irtibatlı olduğu bu türden çekirdek örgütlenmelerin mimarı şüphe yok ki ittihatçıların komitacı ekibiydi. Öyle görünüyor ki 1920’ler itibariyle askeriye içinde Kürt subaylarını örgütlemeye giriştiğinde, aynı ortamda bulunmak zorunda kaldığı İTC hücre örgütlemelerinin modelini Kürdistan’a uyarlıyordu. Bu aynı zamanda Kürdistan’daki ilk modern askeri ve hücre tipi örgütlenmeydi.

1913’te Şerafeddin dağları ile Bingöl dağlarının bitiştiği yer olan Varto’ya geldiğinde, burada savaşa kadar süre içinde ne yaptığını bilememekteyiz. Az ötede cereyan eden Bitlis ayaklanmasına nasıl baktığını bilmediğimiz gibi, bu süreçlerde uç veren Kürt-Ermeni ittifakına nasıl yaklaştığını da bilememekteyiz. Buranın asayişinde söz sahibi olan biri olarak partilerinin aldığı öz savunma gereği silahlanan Ermeni fedaileriyle nasıl bir ilişki tutturduğunu da bilememekteyiz.

1913, Hamidiye ve Harb-i Umumi     

Halit Bey’in henüz sekiz yaşındayken Hamidiye alaylarının kurulduğunu (1890) hatırlamakta fayda var. Çevreye gözlerini yeni açtığında başta babası olmak üzere aşiretinin, bu oluşumunun temel çekirdek unsurlarından biri olduğunu da akılda tutmak gerekir. Hamidiye’nin sözde Rus tehlikesine karşı ancak özde Kürt ve Ermeni ayrılıkçılığına karşı kurulduğuna şüphe yok, bununla birlikte aşiretlerin iskanı, asker ve vergi toplanması gibi unsurların rol oynadığı da biliniyor. Ne var ki daha bir makro bakış esasen Hamidiye’nin hiyerarşik örgütlenmesinin ve örgütsel modelinin İngilizlerin, kurduğu Hindistan ordusunu rol model alarak kurulduğunu akla getirir. Gerçekten de Hamidiye, bir taşla bir kuş sürüsünü hedefleyen dört dörtlük bir kolonyal örgütlenmeydi.

Hamidiye bir çeşit lejyonerlikti ve İstanbul iradesi, yerli lejyonlar üzerinden bir halkın iradesine, askeri potansiyeline el koymuştu. Bunun doğal sonucu olarak Hamidiye toplum içinde bir hiyerarşi de öngörüyordu. Devletleştirilmiş aşiretler eliyle yeni bir toplumsallık inşa edilmekteydi. Sultanın iradesi şeyhlik oluşumundan beklediği verimi elde edememiş, klasik Kürt feodalizminin yerle bir edilmesinden sonra bu sefer devletin teşviki ve oluruyla yeni bir Kürt feodalizmi inşa ediliyordu. Maaşlı, rütbeli, eli maşalı bir devlet feodalizmi kurulmuştu. Akabinde ise Kürdistan’da uzun yıllar devletleştirilmiş Kürt feodalizmi, Kürt toplumunu kılıcın gölgesinde yönetmeye koyuldu, binlerce Ermeni’nin kanına ve binlerce Kürdün kanına girilerek, bu kurum kanlı bir oluşum olarak varlığını sürdürdü

Halit Bey’in genel olarak Hamidiye oluşumuna nasıl baktığına dair elimizde bir veri yok. Ordunun içinde ciddi askerlik eğitimi almış, yani okullu asker olanlar, Hamidiye’nin sistemini, disiplinini ve örgütsel kabiliyetini son derece yetersiz buluyordu. Bu manada askeri bir müfredat ve tecrübe bağlamında onun Hamidiye’nin eksikliklerinin farkında olduğunu varsayabiliriz. Fakat soru şu: Halit bey, (hiç değilse yurduna döndüğünde) Hamidiye örgütlenmesini bir kolonyal fikir olarak mı görüyordu yoksa Kürt halkının ordusu ya da bu fikre dönüştürülmesi gereken bir oluşum olarak mı görüyordu?

Bu soruyu cevaplamak için Hamidiye’nin 1908 sonrası İttihatçıları huylandıran geçmişini de işin içine katmamız gerekir. Gerçekten de 1908’den hemen sonra devletin geleneksel idaresine nüfuz eden ittihatçıların etkisiyle Milili İbrahim paşanın katledildiğini, Kör Hüseyin Paşanın türlü desiselerle etkisinin azaltıldığını biliyoruz. Şüphe yok ki Hamidiye’nin kanlı bir geçmişi vardı, talan, kız kaçırma, adam öldürme gibi adli fiillerin yanı sıra siyasi suçlara bulaşmışlığı da vardı. Fakat yine de ittihatçılar pek de hazzetmediği Ermeni ortaklarının birinci talebi olan Hamidiye’nin kesinkes lağvı konusunda emin değildi.

Bir taraftan Hamidiye’nin lağvedilmesi bölgede ciddi bir otorite boşluğunu meydana getirecekti, öbür taraftan ise kapıda savaşlar vardı ve Hamidiye’nin zinde güçleri cephe savaşları için gerekliydi. Kürt Teavvün ve Terakki Cemiyetinin başkanı sıfatıyla Seyyid Abdülkadir, Hamidiye’nin lağvedilmesinin çok yanlış bir politika olduğunu, bunun yerine kurumun ıslahını öneriyordu. Beddiüzaman da KTTG’deki yazılarında benzer görüşleri savunuyordu, ıslah fikrine ekleme de yapıyordu, kurum aynı zamanda ıslaha ilave olarak modernleştirilmeliydi. Sonuç olarak birkaç göstermelik mevzuat ile etkisi azaltılsa da Hamidiye’nin varlığı korundu. Balkan savaşlarında cepheye gönderildi, kolonyal oluşum dinamikleri güçlendirilse de, askeri oluşumun modernizasyonu yapılmadı. Zira İttihatçılar yaklaşan Kürt tehdidin farkındaydı, yanı sıra sömürgeci bir ırkçılığa abanmışlardı. Nitekim bundan dolayı sıkı gözetim altında kalması şartıyla bu kurumu Kürdü, Kürde kırdırmak ve ayak sesleri işitilen Kürt hareketini içerden kontrol etmek için tutmaya devam etti. Bunun için iki ilave düzenlemeye gittiler. 19 Ağustos 1910 tarihinde çıkardıkları nizamname ile alayların hem ismini değiştirdi, hem de 64 olan alay sayısını 24’e düşürdü. Ayrıca alaylar merkezi yetkisi genişletilmiş bir tür sömürge koordinesini andıran müfettişliğin emrine verildi ve alaylara katılımını sadece koçerlere özgü bir yapı haline getirdi, bundan böyle yerleşik olanlar alınmayacaktı. 18 Mart 1912 yılında başka bir değişiklik daha yapıldı, alaylardaki aşiret reislerinin etkisini kırmak için nizami subayların sayısı arttırıldı. Böylelikle potansiyel Kürtlük ile aşiret reisleri arasına nizami subaylar yerleştirildi.

Onun tüm bu olup bitenlere karşı ne düşündüğünü bilemiyoruz. Deneyimli bir asker olarak onun bu konuda fikirlerinin alındığını tahmin edebiliriz. 1913 yılında alayıyla birlikte baba memleketine gönderildiğinde savaş rüzgarları Şerafeddin dağlarına çoktan ulaşmıştı. Burada savaşın başlamasına kadar lojistik hazırlık yapıyordu, alayını savaş düzenine sokmakla iştigal ediyordu. Ve dahası rütbesi de miralaylığa yükseltilmişti.

Halit Bey’in savaşta kimin komutası altında savaştığı soykırım meselesiyle bağlantılı önemli bir meseledir. Şark cephesi savaşın en hareketli cephelerinden biri olarak öne çıkıyordu. Onun birincil görevi yaklaşmakta olan Rusların savaş gücünü durdurmakla bağlantılı keşif ve askeri tepkiler vermekti. Devletin raporlarındaki askeri üst düzey zevatın, milis güçlerinden ve hassaten ondan çok şey beklediği görülüyordu.[10] Onun idaresindeki muharip güçleri savaş cephesini sevk ve idare eden kurmay aklı için hesaba katılması gereken bir güçtü. Ne var ki alayların kullandığı silahlar son derece ilkeldi, modern silahlar onlara dağıtılmamıştı, keza savaş lojistiği anlamında da heybeleri boş bırakılmıştı. Derme çatma silahlarla, yırtık ve yazlık üniformalarla, talimsiz ve askeri nizamdan yoksun halleriyle Kürt çocukları, Rusların önüne yem olarak sürülüyordu. Dönemin askeri raporlarına bakıldığında alaylardan beklenen Rus ordusunu bir şekilde oyalamak ve üçüncü ordunun cephe tahkimine zaman kazandırmaktı. Bu şekilde binlerce Kürt genci, Rus ordusunun topçu nişangahının külfetsiz atışlarına maruz bırakılıp katledildi. Nitekim Enver Paşa’nın cepheden dönüşte, söylediği şeyler çok şey anlatıyordu. Ona bakılırsa şark cephesinde evet Ruslar ilerliyordu, on binlerce asker yanlış bir kurmay aklının neticesi olarak karda kurda kuşa yem edilmişti, ama olsundu, savaşın gerçek kazananı yine de onlardı, zira on binlerce Kürt gençlerinin bedenini Kürt dağlarına gömmüştü.

Halit Bey’in savaş boyunca elinden gelen her şeyin fazlasının yaptığı görülüyordu. Ama derme çatma silahlarla, modern topçu birliklerine ateş etmesinin doğal sonucunu yaşamıştı. Cepheden kaçmamıştı ama vuruşarak çekilmek de askeri bir taktikti, hatta Çemê Zoro’daki bir taktik muharebeden canını bile zor kurtarmıştı. Savaş esnasında yara alan atının altında kalmış, Rus birlikleri tarafından fark edilip vurulmak üzereyken, emir eri onu kurtarmıştı. Tüm bunları düşünürken, Fevzi Çakmak’ın savaş esnasında alayların modern silahlarla teçhiz edilmesi halinde, başarılı olduklarını öne sürdüğü Tutak muhaberesini[11] hatırlamakta da fayda var.

Halit Bey Ruslarla savaşı nasıl görüyordu acaba? Dindar kişiliğinin etkisiyle bunu acaba hilal ve haç arasındaki savaş olarak yani Müslüman-Hristiyan çatışması olarak mı görüyordu? Halifenin, dolayısıyla İslam topraklarının savunma savaşı ve elbette bu genel formülasyonun içinden Kürt halkının ezeli yurdunun savunusu olarak bu savaşı yorumladığı kabul edilebilir. Peki ama Ruslarla savaşmak mecburiyetinde miydi? Ruslarla savaşın Kürtlerin yararına olup olmadığını muhakkak hesaplamış olmalıdır. Öbür yandan bilindiği üzere Abdurrezak Bedirxan ve Kamil Bedirxan’ın Rus ordusunun savaş stratejisi içinden hareket ederek bölgenin ileri gelenlerine mektup göndererek, onlara, Ruslara karşı çıkmamasını, Rusların Kürt haklarını temin edeceğini bildirerek destek istediğini biliyoruz. Böyle bir mektubu Halit beye de göndermeleri uzak ihtimal değil, böyle bir mektup varsa, onun bu mektubu nasıl cevapladığını da bilmemekteyiz. Ama en azından Kör Hüseyin paşanın yaptığı gibi hamiyetli Bedirxanilere, sinkaflı küfürle yanıt vermediğinin teminatını verebiliriz.

Soykırım

Erzurum vilayeti I. Dünya Savaşı’nda Ruslarla Osmanlılar arasındaki çatışmaların yoğunlaştığı bölgeydi ve stratejik açıdan büyük önem taşıyordu. EDF’nin son kongresini Erzurum’da yaptığını düşündüğümüzde, İTC’nin esas adamlarını görünürde kongre takibi ve Taşnakçılarla pazarlık için bölgeye göndermesi burasının fiilen bir çatışma alanı olduğunu gösteriyordu. Bölge esasen Tortum’da karargâh kuran 3. Ordu’nun geri hizmetlerini barındırmaktaydı. Enver Paşa, bu ordunun başına soykırımda spektaküler bir rol oynayan sınıf arkadaşı Mahmut Kamil Paşa’yı atamıştı. Bir bütün olarak bölge, Teşkilatı Mahsusa’nın reislerinden Bahaettin Şakir’in görev alanında idi ve onun öncülüğünde Kafkasya’da cephe gerisinde karışıklık ve isyan çıkarmak için kurulan Kafkas İhtilal Cemiyeti’nin de etkinlik sahasındaydı. Vali Tahsin Bey’in Dâhiliye nazırına yolladığı bir telgrafa göre, bölgeyi Ermenilerden arındırmayı hedefleyen ilk operasyonlarda ordu önemli bir rol oynamaktaydı.

Halit Bey’in bağlı bulunduğu aşiret olan Cibranlılar ile Ermeni toplumu arasındaki ilişki kimi zaman çatışmalı, kimi zaman uyum içinde süren, ama eninde sonunda aşiretin lehine inşa edilen müzmin bir hiyerarşiye yaslanan bir etnik ikilik şeklinde sürüyordu. Esasen aşiretin yerleştiği lokasyon olan Karlıova’dan Hınıs’a, Erzurum’dan Muş-Bitlis’e kadar olan geniş toprakların kimi yerlerinde Ermeniler güvenlik ihtiyacını, kendilerine Cibranlılardan güçlü ağalar bularak gideriyordu. Bunun karşılığında ise ağaya vergi veriyordu ve kışlak sağlıyorlardı. Gunde Mîra örneğinde olduğu gibi bazı durumlarda kendisine sığınılan ağaların bizzat kendisi de mütehakkim ve muhteris otoritelere dönüşebiliyordu. Buranın toplumsal düzeni hiyerarşikti, korunma ve güvenliğe karşı, vergi ve toprak tahsisi ön plana çıkıyordu. Nitekim zamanla aşiret güçlendikçe bazen satın almak, bazen el koymak biçiminde geniş arazilerin sahibi olmuştu. Bu sebeple Cibranlılar ile Ermeniler arasında eninde sonunda gücün tayin ettiği adaletsizliğin temel norm halini aldığı bir toplumsal uyum vardı. Ne var ki aşiretin alaylara katılmasıyla birlikte kimi yerlerde, devletin teşviki ile ritmi giderek artan baskı ve zalimlikler de oluyordu.

Halit Bey’in soykırım zamanlarında nasıl davrandığını incelemek için bu arka plan bilgisi gereklidir. 1913 yılında aşiretinin içine gelen Halit beyin, hem ailevi geçmişi hem askeri konumu nedeniyle şimdilik en azından bu bölge için önemli bir toplumsal lider haline geldiğini iddia etmek mümkün. Soykırım öncesinde onun isminin geçtiği bir zulüm veya baskı pratiğine dair bir bilgi yok. Keza bu süreçlerde onun fedailerle takıştığına dair bir görüntüye de rastlanmaz. Savaşla birlikte onun görevi Rus ordusuna karşı askeri milisleri ile birlikte savaşmak ve mümkünse Rus ordusunu durdurmaktı. Bu sebeple öncelikli işi savaştı, yani milislerini sevk ve idare etmekti. Ne var ki soykırımın esas bütün trajedisi onun da görev yaptığı muhitlerde vuku buluyordu. Bu sebeple onun görev alanı ile birlikte çalıştığı kişilere yani hem hiyerarşik üstlerine hem de altlarına projeksiyon tutmak icap eder.

Halit Bey’in savaş cephesindeki amiri kimdi? Erzurum’da konuşlanan 3. Ordunun komutası altında mıydı, Teşkilatı Mahsusa liderleri bu birliklere el altından emir verebiliyor muydu? Seferberliğin ilanıyla birlikte bu birliğin organik komutasının 3. Ordunun emrine verildiğini biliyoruz. Esasen 3. Ordu, Erzurum’da konuşluydu ve Hafız Hakkı paşa bir hastalıktan ötürü ölünce onun yerine Mahmut Kamil paşa atanmıştı. 1915 yılında ordu envanterinde altmış bin asker vardı ve komuta merkezi Erzurum kalesiydi. Sarıkamış ve Köprüköy’de sert mağlubiyetler yaşayınca bu ordunun bölgesi kelimenin tam anlamıyla insan mezbahenesine dönüşmüştü.

Öte taraftan Enver paşanın cepheye bizzat gelerek burayı komuta ettiğini, Erzurum’dan Sarıkamış’a uzanan dağlarda on binlerce askeri soğuğa yem ettiğini biliyoruz. Ne var ki Halit beyin, Enver paşa ile görüşüp görüşmediğini bilmiyoruz. Bildiğimiz tek şey Enver Paşa’nın genel komutasında onun milisleri de savaşıyordu. Bununla birlikte savaşın başlamasından hemen sonra Bahattin Şakir’in de Erzurum’u mesken tutarak burada Teşkilatı Mahsusa için sofistike bir örgütlenme işine girdiğini biliyoruz. Bu çerçevede cürüm işlemiş, cezaevindeki mahkumlardan mobil bir teşkilatlanmaya giderek Kafkas İhtilal Cemiyetini kurması hayli önemlidir. Bu manada Bahattin Şakir’in modere ettiği Teşkilatı Mahsusa’nın, Osmanlı ordusu içindeki Kürt subaylarla ilişkisini araştırmak da kritik öneme haizdir. Acaba teşkilat hangi Kürt subaylarla temasa geçip, onları cephenin ön taraflarında vazifelendirmişti?

Esasen Erzurum ve taşrasının soykırımını örgütleyen kişi önemli oranda Bahattin Şakir’in bizzat kendisi idi. Sadece Erzurum ve taşrasındaki soykırımın mimarı değildi, Tekman, Karayazı, Hınıs, Varto ve hatta Bulanık üzerinden Muş ovasına uzanan bir karanlık el gibi buradaki mukim Ermenileri katlettirmişti. Şakir’in görev tevdi ettiği kişilerin arasında Halit Bey’in aşiretinden olanların da olması dikkat çekicidir.[12] Öyleyse Halit Bey’in, Bahattin Şakir ile görüşüp görüşmediği önem kazanan bir durumdur. Halit beyin bu soykırım operatörü ile görüştüğüne dair elimizde bir veri yok. Ne var ki Halit Bey’in savaştığı cephedeki Ermeniler balyoz operasyonuyla bulundukları yerlerde katledildi. Onun bu katliama katıldığına dair elimizde somut bir belge ya da bilgi yok. Her ne kadar onun öldürülmek üzereyken kurtardığı Ermeni sivillerin varlığına işaret eden iddialar varsa da bunu teyit eden somut bir delil bulunmamaktadır.

Bununla birlikte Halit Bey’in bir asker olarak, toplumsal bir lider olarak, bir insan olarak soykırım fiillerini tasvip ettiğini gösteren emarelere şimdiye dek rastlanmamıştır. Ama elinden geldiğince savaştığı cephede bunu engellemek için bir teşebbüs gösterdiğine dair de bir bilgi yoktur. Bu minvalde öte yandan ulaşabildiğimiz Ermeni kaynakların ne dediği de hassaten önemlidir. Sasuni, Hasretyan, Şahbazyan kitaplarında ve ayrıca Papazyan gibi o dönemde o cepheden bulunan şahitlerin anlatımlarında da Halit Bey’in soykırım cürümlerine bulaştığına dair bir kanaat yoktur, tersine Sasuni’ye bakılırsa Ermeni (Taşnak) önde gelenleri ile Azadi liderleri (Halit bey) bir araya gelip 1924’lerde bir mutabakat bile imzalamıştı.[13] Öte taraftan soykırımdan kurtulan tanıkların beyanlarında da Halit beyin doğrudan sorumluluğunu gösteren bir anlatıma şimdiye dek denk gelmediğimizi de kayda geçirmek gerekir.

Savaş esnasında ve cephedeyken Halit Bey’in aşireti üzerinde tam denetiminin olup olmadığı bir ölçüde şüpheli görünmektedir. Bu sebeple şu soruyu sormak elzem: Halit Bey’in aşiretinden kimi kişilerin soykırım fiillerine bulaşmasından haberi var mıydı? Varsa elbette bu tutumu ayrıca ele almak gerekir. Savaşın olanca dehşetiyle sürdüğü bir atmosferde ve kendisinin de cephenin ön taraflarında savaşmasına baktığımızda ve en önemlisi haberleşme ağının neredeyse tamamen koptuğu bir ortamda onun cephe gerisindeki akrabalarının ne yaptığını bilmesi pek de kolay değil. Ama eğer yoksa ve sonradan bunu öğrendiğinde ne tepki verdiği de ayrı bir soru olarak sorulmalı. Şu halde Halit Bey’in savaş cephesinde savaş verirken, cephe gerisinde Ermenilerin katledilmesinde doğrudan bir emrinin veya doğrudan bir fiilinin olduğunu gösteren bir belge veya tanıklık yoktur. Ne var ki soykırım sahada gözlerinin önünde cereyan ederken bunu önleme veya engelleme babında herhangi bir çabanın içine girip girmediğine dair de elimizde bir veri yoktur. Soykırım fiilleri özel ve hassas fiillerdir. Kurbanları doğrudan katletmek, emir vermek, öldürenleri sevk ve idare etmek zaten birincil derecede sorumluluk gerektirir. Ama öte yandan sorumluluk mevkiinde olup, sorumluluk sahasında bu işe bulaşanlara göz yummak, olan bitene seyirci kalmak ve kurbanların mal ve mülklerine konmak ya da teşvik etmek de aynı şekilde sorumluluk gerektirir. Bu ikincil sorumluluk için elimizdeki bilgilerle bir yargıya varmak zor, bunun için daha çok bilgi ve belge gereklidir.

Ulusal Bir Lider Olarak Halit Bey’in Doğuşu

Şüphe yok ki, sadece Osmanlı ordusu değil, ordunun üniforması ve emri altında savaşan herkes yenilmişti, bu sebeple ağır yenilgiye uğrayanlardan biri Halit Bey ve aşiretiydi. Her ne kadar Çemê Zoro mevkiinde Rus ordusunun öncü birliğine galebe çalsa bile, netice itibariyle bu minimal zafer, genel mağlubiyetin içinde kaybolup gitmişti. Zira doğduğu ve savaştığı topraklar, karşısında savaştığı güç olan Rusların eline geçmişti, onun ve yakınlarının payına uğruna can alıp, can verdiği topraklarından mecburi göç düşmüştü.

Bununla birlikte savaş cephesindeki trajik yenilgi, yurt olarak kabul edilen coğrafyanın kaybı, savaşta yitirilen canlar, soykırım fragmanlarına şahitlik bir Osmanlı askeri olan Halit beyi manevi olarak öldürmüş gibi görünmektedir. Ama öte yandan savaşın enkazının üzerinde Kürt bir lider olarak Cibranlı Halit bey doğuyordu. Esasen dünya savaşının her açıdan trajedi ile sonuçlanması ile Osmanlı’nın üzerlerine çökeceğini fark eden sadece Halit Bey değildi. Abdullah Cevdet’ten Bediüzzamana, Hêvî cemiyeti azalarından aşiret liderlerine kadar pek çok kesim artık Osmanlı’dan umutlarını keserek, belirsizliğin kucağındaki kaderlerine bakıyorlardı. Deyimin bir ölçüde abartıya kaçmasını da göze alarak diyebiliriz ki, Kürt kökenli pek çok Osmanlı unsuru bir gecede Kürtleşip, Kürdistanileşmişti.

Halit Bey’in bu dönemdeki özel hayatına dair neredeyse hiçbir şey bilemesek de bu sıralarda yaşadığı trajik bir olayın onu sarstığı kabul edilebilir. Onun elimize geçen bir elin parmaklarını geçmeyecek fotoğraflarına baktığımızda pek de Kürt erkeklerinde aynı anda bulunmayacak türden iki şeye sahip olduğunu görebiliyoruz. Halit Bey hem fevkalade karizmatikti, hem de göz alıcı derecede yakışıklıydı. Üstüne üstlük ciddi bir kariyeri vardı ve aşiret riyaseti gibi bir konumda göz önündeydi.

İlk kez hangi kadına aşık olduğu, İstanbul’da ergenliğe girerken duygularının menzilinde neler yaşandığını bilmiyoruz. İstanbul görmüş onun akranlarının birçoğunun Çerkes ya da Türk kadınlarına meylederek, onlarla evlendiğini biliyoruz. Keza Allah vergisi karizmasına rağmen Filistin cephesinde Arap kadınlarına meyletmemesi de ilgi çekicidir. Bunun tersine hareket eden Halit Bey’in 1913 başlarında Varto’ya döndüğünde, Hınıs eşrafından bir ağanın kızıyla hayatını birleştirmesi şayanı dikkattir. Ne var ki bu süreçlerde eşini koleradan dolayı 1916 yılında toprağa vermesi trajik bir olaydı.

Halit Bey’in Filistin’den Varto’ya dönüşünden sonra bir köşk yaptırması[14] ilgi çekici bir teşebbüstür. Köşkünün ana girişinin iki yanına aslan heykeli diktiğine göre onun belli ölçülerde sanat estetiğine ilgi duyduğunu görebiliriz. İhtimalen Filistin cephesindeki Roma komutanlarının saraylarının bir örneğini inşa etmişti ve aslan heykeli figürü de Roma’nın yönetme sembolizmine çakılmış bir işaretti. Onun yaşadığı Kürt coğrafyasında asker heykelli bir köşk mimarisine rastlamak pek de kolay değildir. Bununla birlikte ona neden ağa ya da başka bir askeri sıfat değil de Bey dendiği araştırılmaya muhtaç bir husustur. Acaba kendisi mi bey denmesini istemişti?  Öte taraftan onun şahsi mal varlığını bilebilecek bir durumda değiliz. Aşiretinin zenginliklerinden istifade etmesi olağan olsa da kendisi de yüksek rütbeli bir subay olarak malvarlığı biriktirmiş olmalıdır. Onun zenginliğe veya yoksulluğa ideolojik bir olgu olarak bakıp bakmadığını bilmiyoruz, 1920’lerden sonra Bolşeviklerle irtibata geçerken bu hususlar üzerinde derinleşmesi ihtimal dahilinde görünüyor.

Savaşta Osmanlı ordusu seri mağlubiyetler aldığında, Halit Bey ve alayı Çabakçur’a doğru çekilirken, daha sonra ailesi ile birlikte Palu yöresine yerleştirilmişti. 1917 yılında ise Rasuleyn-Halep, daha sonra ise Urmiye bölgesine alayıyla birlikte göreve gitmek durumunda kalmıştı. Sınır bölgelerine sevk edildiğine göre kendisinden, savaşı kazananların gözetiminde asayiş konularında sorumluluk almasının istendiği anlaşılmaktadır.

Bütün bu süreçlerde yersizlik ve yurtsuzlukla sınandığı açıktı, doğduğu toprakların, yaşamını sürdüğü ve kendini ait hissettiği mıntıkanın yabancı bir gücün atlarının altında ezilmesinden politik ve yurtseverce duygular çıkarması olağandı. Ruslar Ekim devrimi ile birlikte geri çekilmeseydi nasıl bir çaba içine gireceğini kestirmek zor olsa da, Rusların çekilmesiyle birlikte, O da aşiretinin bölgesine geri gelmişti. Geri geldiğinde bu topraklarda hissettiği en şedit duygu otoritesizlik duygusu olmalıydı. Zira yedi yüz yıllık Osmanlı hakimiyetinden iktidar namına eser kalmamıştı, ne asker vardı, ne de sembolik iktidarı gösteren bir unsur vardı. Osmanlı eliti, Rus yenilgisi nedeniyle çekilmişti, Ekim devrimiyle Ruslar da çekildiğinde, her ne kadar kağıt üstünde Osmanlı hakimiyeti varsa da esasen bu bölgeler neredeyse tamamen sahipsiz gibiydi.

Bilindiği üzere Halit Bey’in aşireti ile Varto’da mukim alevi kesimler kanlı çatışmalar yaşadı. İstanbul’da mektepte iken Xormek aşiret reisi İbrahim Talu, aşiretiyle girdiği kanlı bir çatışmada öldürülmüştü. Daha sonra kendisi Filistin cephesindeyken bu sefer Talu’nun oğlu Zeynel ağa babasının akıbetine uğrayarak öldürüldü. Varto’daki çatışmalar mezhepsel gerilimden kaynaklanan bir Alevi-Sünni kavgası değildi, çoğu zaman talan, adam öldürme, araziye el koyma benzeri maddi kaynaklara erişim, yani alan hakimiyeti, bu çatışmaların seyrini belirliyordu. Dolayısıyla bu lokal çatışmalar bu sebeple diğer alevi aşiretlerinin veya Sünni aşiretlerinin dayanışmasına vesile olmadı. Tam da bu sebeple 1918 yılında evsiz barksız kaldığında ona evini açan kişi, Avdelan aşiretinden Alevi bir ağaydı. Hatta o kadar ki, Xormek aşireti dahi toptan bir şekilde Xalid Bey’e muarız değildi, zira bu dönemde kimi akrabalarını Xormeklere ait köylere yerleştirmesi dikkat çekiciydi. Ve bütün bu karşılıklı jestler belli oranlarda bu çatışmayı sulhe doğru evriltebilmişti. Onun için bu sadece maddi koşulların dayattığı bir mecburiyet değildi, öyle görünüyor ki birlik eksenli makro politik hamlenin ilk ayağını, kendi mıntıkasında uygulamaya koymuştu. Diğer bir ifadeyle bu makro politika inşası ile birlikte toplumsal bir lider olmaktan ulusal bir lider olmaya doğru ilk adımı atmıştı.

Halit Bey’in Kürtlüğü

Burada temel sorulardan birisi Halit Bey’in, Kürtlük bilincinin bilişsel ve tarihsel kökenlerine dair yapılacak bir zihin egzersizidir. Onun Kürtçe Kürtlüğünün ortasına gözlerini açtığını biliyoruz, fakat bunun ne zaman kültürel bir Kürtlüğe evrildiği ve hele ne zaman, nerede politik bir Kürtlük bilinci edindiğini bilmek pek de kolay değildir. Celadet Bedirxan’ın Mustafa Kemal’e gönderdiği mektuptan ve Dersimi’nin anılarından biliyoruz ki, İstanbul talebelerinin ortamı alabildiğine politik bir haleye bürünmüştü. Türkçülüğün kültürel ve siyasi bütün hücreleriyle talebe ortamlarını politize ettiğini gördüğümüzde buna karşıtlık babında Kürtlüğün de ayak seslerinin buralardan geldiğini müşahade etmekteyiz. Aşiret mektebinde muallimlerin Türkçülüğüne koşut olarak talebelerde Arapçılık baş göstermişti. Kürt çocukların bundan aşağı kalır yanı elbette yoktu ve talebe koşullarında bir kimlik savunusu olarak Kürtlüğün yeşerdiğini öngörmek olasıdır. Ne var ki bunun Halit beyin bilincinde kültürel bir bilinç savunusuna el vermiş olduğunu kabul etsek bile, şimdilik kamil politik bir ideolojiye dönüştüğünü iddia etmek zordur. Büyük ihtimalle 1910’lardan sonra Filistin cephesindeki Arap milliyetçiliğinin tepkileri ve Türkçü İTC subaylarının çekişmesi onda politik Kürtlük bilinci oluşturmuştu. Ne var ki buna rağmen 1913 gibi Kürdistan’a geldiğinde Halit Bey halen tam teşekküllü bir Kürt ulusal bilinci sergilemekten uzaktı, en azından bunu göstermiyordu ve müstakil bir Kürdistan davası gütmüyordu. Bunun için savaştaki trajik yenilgi, Osmanlı’nın dağılma süreci, savaştaki subayların Türkçü pratikleri ve Rus işgalini beklemek gerekecekti. Nihayet savaşın bitişiyle, ondaki kültürel veya toplumsal Kürtlük yerini politik Kürtlüğe yani ulusal bir liderliğe bırakacaktı.

Erzurum : Sonun Başlangıcı

Halit Bey 1918 sonlarına doğru üçüncü orduya bağlı bir alaya, büyük ihtimalle Karabekir’in emir ve tavsiyesiyle alay komutanı olarak atandı ve bu sebeple Erzurum’a yerleşmek zorunda kaldı. Daha sonra Müstahkem Mevki komutanlığına atansa da, ulusal liderliğe oynadığı fark edilince bir çeşit tenzili rütbe ile kolordu muhasebat müdürlüğünde görevlendirildi. Belki de Erzurum’a tayin sebeplerinin arasında onu gözlem altında tutmak da vardı.

Burada neden Erzurum sorusu oldukça hayati bir soru olarak kendini göstermektedir. O Erzurum ki yaklaşık yüz yıl önce bölgeye gelen Puşkin’in şehirle ilgili tasvirine bakılırsa, “bir hastanın, bir kaşık ravent bulamadığı için ölmesi” işten bile değildi. Öyle ki Kont Paskeviç bile şehirli ahaliden illallah edip onlara güven olmaz diyordu.[15] Puşkin’in gidişinden, Halit Bey’in şehre dönüşüne kadar doksan küsür sürede pek az şey değişmişti.

Erzurum bir serhad şehriydi ve son yüzyıl içinde sıkça Rus-Osmanlı savaşlarının yükünü çekerek iktisadi manada rönesans fakiri kalmıştı. Kürtler ve Ermenilerin kozmopolit yapısının derin izlerini taşıyordu. Tanzimatın bakiyesi fikirler şehri kısmen muhafazakarlaştırırken, Ermeni milliyetçiliği ve Ermeni orta sınıfı dönüştürüyordu. Kürtler Halidi Şeyhler üzerinden şehrin taşrasını yeniden Müslümanlaştırırken, taşradaki hakimiyet neredeyse tamamen aşiretlerin tahakkümü altındaydı.  1914 yılında Taşnakçılar Osmanlı içindeki son kongresini bu şehirde yaparak bir tür gövde gösterisi sergilemişti. İttihatçılar, Ermeni örgütleri markaj altında tutmak için şehri resmi olmayan bir seferberlik altında yönetiyordu. 1915’in ilk aylarından sonra Mahmut Kamil Paşa, Bahattin Şakir ve Vali Tahsin Paşa gibi adamların elinde Erzurum bir mezbahane olarak binlerce Ermeni sivile mezar oldu. Enver ve Talat paşa bu şehre özel ehemmiyet gösteriyordu, Orta Asya’dan gelen kitlelerin bir kısmı buraya yerleştirilmişti. Şehir 1915’ten itibaren Rus ordusunun savaş menzilindeydi ve nitekim kısa süre sonra da Rus ordusunun eline geçmişti. Ekim devrimi neticesinde Rus ordusunun çekilmesiyle bölgede otorite boşluğu oluşsa da 3. Ordu komutanlığı hızlıca denetimi eline alarak şehri bir çeşit garnizon şehir olarak yapılandırmıştı. Sonraki süreçte askeri komutan Kazım Karabekir hegemonyasında şehrin nüfus aritmetiği baştan sona yeniden tanzim edilmişti. Dolayısıyla askeriyle siviliyle şehir bölgenin en militarist yerleşkesi olarak nüfus mühendisliğine konu edilmişti. Bu sebeple Mustafa Kemal’in Samsun’dan Erzurum’a gelmesi tesadüf değildi. Mustafa Kemal bölgeye ayak bastığında coğrafya tamamen Ermenisizleştirilmişti, dağ köyleri hariç şehir merkezi neredeyse tamamen Kürtsüzleştirilmişti. Bu şekilde şehir merkezi ve etrafına Türklük ekilerek şehir nüfus planlaması açısından yeniden planlamıştı.

Bütün bunlar göz önünde olduğu halde Halit Bey’in yıllarca burayı mesken olarak kullanması hayatına ve hatta mücadelesine mal olacak denli çok büyük bir riskti. Zira Erzurum kelimenin tam anlamıyla biri bizi gözetliyor evi gibiydi. Kemalist hareketin gözlerinin içinde siyasi muhalefet örgütlemenin risklerini hesaplamış olması beklenirdi. Bu sebeple Erzurum’dan çıkmayı düşünmemesi, yıllarca burada kalması, mücadelenin merkezine burayı oturtması kim ne derse desin onun için sonun başlangıcını teşkil eden muazzam bir öngörüsüzlüktü. Erzurum yerine Bitlis, Muş veya Van’a gitse acaba Halit Bey’i nasıl bir gelecek bekliyor olacaktı?

Burada kağıt üstünde Osmanlıya askerlik yaparken, esasen temel çalışma alanı Kürtlere liderlik etmekti. Kafasını sofistike bir örgütlenme için yorduğu, Azadî örgütünün ilk çekirdek hücreleri için yaptığı çalışmalardan belliydi. Acaba Azadi gibi hücresel bir yapılanmayı ne zaman kafasına koymuştu? İhtimalen Filistin cephesine gönderildiğinde buradaki komitacı İTC’nin subay kadrolarının örgütlenme mantığından etkilenmiş olması olası görünmektedir. Fakat bu örgütlenmeyi, tam da bu örgütlenmenin uzman kişilerinin yoğunlaştığı bir bölgede yapmasının bütün sıkıntılarını çekmesi kaderin cilvesiydi. Erzurum gibi bir yerde değil de başka bir şehirde bu tarz bir örgütlenmenin başarı şansının daha yüksek olması olasıydı.

Bu dönemde sadece askeri bir örgütlenme ile meşgul olmadığını biliyoruz. Erzurum’dan Van’a kadar olan geniş bölgedeki kanaat liderlerini de bir fikrin etrafında bir araya getirmeye çalıştığını biliyoruz. Peki ama bu fikrin gerçek sahibi kimdi? İşin gerçeği onun Hêvî cemiyeti ile ve daha sonra Kürdistan Teali Cemiyetinin organik örgütlenmesi ile bağlantısı hakkında ihtiyatlı yorumlar yapmakta fayda var. En azından KTC ile belli düzeylerde ilişkilerinin olduğunu biliyoruz, fakat bu ilişkinin Dersimi’nin dediği üzere organik ve hiyerarşik bir bütünlük teşkil ettiğine, hele görev tevdi makamının olabileceğine dair yorumlara ihtiyatla yaklaşmakta fayda var. Zira ona bakılırsa Halit bey, KTC’nin Kürdistan şubelerinin başı olarak çalışıyordu. [16] Eğer durum buysa soru şudur: Halit Bey KTC’nin hangi kanadıyla ilişki içindeydi ve bu ilişkinin düzeyi hiyerarşik olarak nasıldı? KTC kuruluşunda itibaren bir çeşit koalisyon örgütlenmesiydi, Nehriler, Bedirxaniler ve Kürt okumuşları koalisyonu. Nehrilerin müstakil bir devlet talebi yoktu, Bedirxanilerin vardı ama Kürdistanla bağları yok denecek kadar azdı, geriye Kürt aydınları kalmaktadır. Öyle görünüyor ki Halit bey, KTC’nin kurumsal kimliğinden çok bileşenleriyle, hassaten de Kürt aydınları ile belli düzeylerde ilişki kurmuştu. Kaldı ki KTC’nin elbette örgütlenme perspektifi vardı ama kurumsal düzeyde askeri örgütlenme, hele Azadi ayarında bir örgütlenme fikri yoktu. Bu sebeple onun kendi müstakil gündeminin elverdiği ölçülerde Kürt aydınları ile ilişki geliştirdiği iddia edilebilir.

Onun önemli bir mesaisi de bağlı bulunduğu mıntıkadaki aşiret ağalarının, şeyhlerin ve beylerin Kürtlük bilincini geliştirerek, Azadi’nin sivil ayağını organize etmekti. Bir taraftan hücre şeklinde askeriye içinde Kürt subaylarını örgütlerken, öte yandan Kürt sivil kamusunu örgütlemek pek de kolay bir iş değildir. Hele de bunu Erzurum gibi bir yerde yapmak ciddi meziyet gerektiren bir örgütleme mantığı gerektiriyordu. Sanıldığının aksine Halit Bey’in askeri örgütlenme teşkilatı inşası daha pürüzsüz ve kolay gibi görünmekteydi, özellikle de onun aşiret reisleriyle girdiği çetin diyaloglar göz önünde tutulduğunda.

Bu dönemlerde Halit Bey bir şey daha keşfetmişti, büyülü bir şey, yani yekîtî. Birlik senfonisinin etkileyici gücünü Filistin cephesinde yakinen deneyimlediği varsayılabilir. Arap milliyetçilerinin birlik vurgusu kadar, Arap aşiretlerinin bölünmüşlüğünün siyasi yansımalarını yakinen görmüş olmalıydı. Bu sebeple bu dönemdeki siyasi çalışmalarının merkezi unsuru birlik sağlamaktı. Onun ne zamandan itibaren aşiret üstü ve mezhep üstü düşündüğünü kestirmek kolay değildir. Bu manada ilk akla gelen Filistin cephesinde şahit olduğu siyasi mülahazalardı. İkinci akla gelen şey ise Ehmedê Xanî’ye olan bariz ilgisiydi, bilindiği üzere yekîtî meselesi büyük üstadın felsefesinin omurgasını teşkil ediyordu. Yekiti meselesinin Kürtlerin kadim ulusal problemlerinin başında geldiğini Halit Bey biliyordu elbette.  Onun Alevi aşiretlerini ulusal davaya katmak için gösterdiği çaba, Kürtlük bilinci açısından yeni bir deneyimdi. Bu tarihlere dek Sünni liderlerin, Alevi aşiretleri ulusun bir parçası görüp, onları yekiti çatısının altında düşünmesi nadiren görülen bir şeydi. Bu konuda iki önemli etkinliği söz konusuydu.

Osmanlı hükümetinin Dersim-Ovacık’ta bir idari teşkilat kurmayı düşünmesi ve bunun için ona görev tensip etmesi elbette içinde bir miktar hinlik barındıran bir düşünceydi. Hükümet öteden beri böl ve yönet şeklindeki sömürgecilik tekniğini kullanıyordu. Üstelik Ovacık aşiretleri isyan halindeydi ve “Kürdü Kürde kırma” potansiyeli ciddi şekilde söz konusuydu. Hükümetin bu sebeple görevlendirme için onun kapısını çalması elbette tesadüf değildi, Ovacık mıntıkasına yakın olan Malatya, Elazığ ve hatta Erzincan’daki mülki ya da askeri amirler dururken Halit beyin oraya gönderilmesi, bir provokasyon mantığının ürünüydü. Gerçekten de kaymakamlık teşkilatını kurmayı üstlenmeyi red etse bunun sonuçları elbette olacaktı, öte yandan bunu kabul edip oraya hükümet teşkilatı kurmaya gitse oranın halkıyla karşı karşıya gelebilirdi ve bunun da sonuçları olacaktı. Sonuç itibariyle Halit Bey bunu fırsata çevirmiş gibi görünmektedir. Paradoksal olarak içten içe karşı olmaya başladığı devletin hükümranlığını sembolize eden hakimiyet göstergelerini orada kurarken, bir taraftan da bunu fırsata çevirip birlik ve dayanışma siyasetini örgütlemişti. Burada dikkati çeken bir başka husus ise onun, Alevi aşiretlerce dostane ve kardeşlik duyguları ile karşılanmasıydı. Öyle görünüyor ki Halit Bey’in KTC örgütlenmesinin okumuş aydın yapısıyla ilişkileri meyvesini vermişti. Büyük ihtimalle bu dostane ilişkisinin bir uzantısı olarak, Azadi teşkilatının Dersim azası için Kangozade Ali Haydar’ı örgütlemişti. Ama kaderin cilvesi olarak görevinin gerektirdiği bir mecburiyet olsa bile, Halit Bey, bu coğrafyada egemenliğini sonlandırmayı düşündüğü bir hükümetin teşkilatını ve hükümet sembollerini kendi elleriyle dikmiş oluyordu.  Şüphe yok ki tek bir silahı dahi patlatmadan, büyümeye teşne bir sorunu çözmek, Kürtlerin gözünde Halit Bey’in liderliğini tescil ederken, öbür yanda müstakbel Kemalist kadroların gözünde onu hesaba katılması gereken biri kılıyordu.

Mustafa Kemal ile İlişkileri

Mustafa Kemal’in 19 Mayıs’ta Samsun’a ayak basıp sahada yeni örgütlenme moduna geçtiği süreçlerde, Halit Bey Varto’da Qeraç köyünde Alevi liderlerle toplantı hazırlıkları yapıyordu. Goltz Paşa’nın bu iki güzide talebesi milletlerini silahlandırmaya ve ayağa kaldırmaya çalışıyordu. Mustafa Kemal’den bir yaş küçüktü ve birçok cephede onunla aynı ordunun saflarında savaşmıştı. Mustafa Kemal 1916 yılında Silvan’a görevlendirildiğinde Halit bey, alayıyla birlikte Çabakçur-Palu hattına çekilmişti. Her ne kadar görüşmeseler de birbirinden haberdar olması yüksek ihtimaldi. Keza ikisinin yollarının Filistin cephesinde kesişmesi de olasılıklar dahilindeydi. M. Kemal Samsun’a çıkarak yeni bir örgütlenmenin ilk fişeğini çakarken, o yeni örgütlenmenin ilk fişeğini çoktan çakmıştı, sahadaydı ve örgütlenmeyi birlik eksenine kaydırmaya çalışıyordu. Bölgenin güçlü Alevi liderleri toplantıya çağrılmıştı, Xormek ve Lolan reisleri ağırlıklı olsa da toplantının sembolik manası üst seviyedeydi. Şahitlerin anlatımına bakılırsa kurucu bir lider gibi konuşuyordu. Toplumsal veya mezhepsel söylemlerle değil, ulusal birliği vazeden bir muhtevayla konuşup, Kürtlerin mağduriyetinden ve şimdilerde ortaya çıkan altın fırsattan bahsedip, birlik ve destek talep etmişti. Yerel kırgınlıkları unutmayı, mezhep üstü düşünüp, ulusal özgürlüğün peşine düşmeyi önlerine koymuştu. Bu girişimin sembolik manası son derece önemli olsa da toplantının sonucu fiyasko olmuş, aşiretsel ve mezhepsel aidiyet galebe çalmış, Hamidiye geçmişinin açtığı toplumsal yaralar gün yüzüne çıkmış, toplantının bileşenleri Mustafa Kemal hareketine ve Hacı Bektaş-ı Veli’ye selam verip toplantıyı terk etmişti. Halit bey böylece ilk siyasi-toplumsal başarısızlığını doğduğu topraklarda almıştı. Nitekim toplantının gerilimi sahaya da yansımış ve bir ölçüde Kemalist hareketin provokasyonu olarak görülebilecek bir şekilde Xormek ve bir kısım Lolan milisleri, Cibranlılardan yedi kişiyi öldürerek, Kalçık köyündeki evine baskın yapıp ona gözdağı vermişti.

Halit Bey’in, Qerac toplantısına damgasını vuran amil şüphe yok ki Sevr sözleşmesine yaptığı vurgu ile Wilson’un dönem itibariyle öne sürdüğü Kendi Kaderini Tayin Hakkı ilkesiyle uyumlu konuşmasıydı.

Kürdistan Teali Cemiyeti bilindiği üzere siyasi idealizasyon olarak ikiye bölünmüştü. Seyyid Abdülkadir’in başı çektiği ekol, zor dönemde Türklere sırt dönemeyeceğini vaz ederek otonomi fikrinde sebat edilmesi gerektiğini savlıyordu. Başını Bedirxanîlerin çektiği başka bir koalisyon ise Kürtlerin müstakil bir oluşum peşinde koşmasının zamanının geldiğini deklere ediyordu. Şüphe yok ki bu bölünme Kürdistan’a da yansımıştı. Mustafa Kemal’in olaya el koymasıyla birlikte Kürt toplumunun pek çok yerel lideri, memleketin Ermenistan olacağı korkusu yaşıyordu. Nitekim Kazım Karabekir de anılarında bu korkuyu maharetle Kürt toplumuna enjekte ettiğini yazıyordu.[17] Konu başlıklarından biri de Şerif Paşa’nın memorandumuydu, Halit Bey şerhleri olsa bile Şerif Paşa’ya yakın düşünüp, onu destekliyordu. Buna mukabil onun irtibatta olduğu kişiler de dahil Kürt toplumunun sesli düşünenlerinin çoğu, Kemalistlerin propagandasına inanıp, Şerif Paşa’yı protesto eden metinler yazıp, merkeze ulaştırıyordu. Burada altı çizilmesi gereken soru Kürt toplumunun neden Bedirxani-Halit Bey çizgisine değil de Kemalistlerin propagandasına inandığı meselesidir. Bunun sebep dairesi uzundu ve dahi sebepler skalası her ne olursa olsun tarlanın Kemalistlerce mahir bir şekilde işlenmeye başlandığını gösterir veciz bir fragmandı.

Mustafa Kemal’in bir adım daha öteye giderek Halit beyi karar vermeye zorlayacak adımlar atması şüphesiz sürpriz değildi. Erzurum kongresine değişik bölgelerden ittihatçı artığı sayılabilecek yerel Kürt otoritelerini çağırmıştı. Ne var ki Halit beyin bu kongreye ısrarlı taleplere rağmen gitmemesi kendi kaderi açısından da oldukça önemlidir. Öte yandan bu konu zihin egzersizi için paha biçilmez bir fırsat koyar önümüze. Peki ama kongreye katılsaydı ne olurdu?

Şahsi ikbali açısından büyük ihtimalle Erzurum mebusu olurdu ve Sivas, Amasya kongrelerine gider ve oradan meclisin velud ve dominant figürlerinden olurdu. Askeri kariyeri ve siyasi örgütleme gücü ile Mustafa Kemal’e muhalefet eden geniş kesimlerin sözcüsü ve lideri olabilirdi. Diyap Ağa, Hesen Heyri, Hoca İlyas’a nazaran Kürt taleplerinin organizatörü ve baş temsilcisi de olabilirdi. Onun Erzurum kongresine katılıp, devamında Kemalistlerle işbirliğine gitmesine dönük muhtemel senaryo bölgeyi etkileyebilecek bir potansiyele sahipti. Halit Bey ile birlikte bölgedeki aşiret reisleri, şeyhler ve otorite sahipleri de bu işbirliğin parçası olacağı ölçüde geniş sayılabilecek bir Kürt iradesi söz konusu olacaktı. İstanbul’daki Kürt siyasal kamusunun da pozitif bakabileceği bu muhayyel senaryo eğer vuku bulsaydı, tarihin havı bir başka taranabilir, yani gerçek manada bir Kürt-Türk mutabakatı ortaya çıkabilirdi. Ama olmadı, olması da çok zordu. Yine de acaba belli ölçülerde Kemalistlerle işbirliğine gitse, devletin kurucu iradesinin Kürt politikasını olumlu manada değiştirebilir miydi sorusu üzerinde düşünmeye değer bir sorudur.

Halit Bey başından itibaren Kemalist kadro ve harekete basit şüpheyi de aşacak şekilde kuvvetli şüpheyle bakmasını gerektiren nasıl bir perde gerisi hakikata vakıftı? Nerde, ne zaman bu kadroları bu kadar doğru teşhis edebilmişti? Öyle görünüyor ki Filistin cephesinde ama özellikle de Kafkas cephesinde savaşırken bu genç subay kadrolarının anti Kürt damarını yerinde görüp müşahede etmişti. Nitekim Erzurum kongresine davetliler listesinden bir kısım kişi, kongreye katılmadan evvel onunla görüşerek fikrini almıştı. Onlara söylediği şeylerin bitamam gerçekleştiğini görmek ilginçtir. Onlara, Kemalist kadrolara bulaşmamaları gerektiğini, Kemalistlerin zor durumda olduğunu, bu sebeple destek istediklerini ama kendi konumlarını sağlama aldıklarında Kürtleri yarı yolda bırakacaklarını söylüyordu. Ama buna rağmen yıllarca en yakınında bulunan kişiler dahi dahi görüşmelere gitmişti. Bu da gösteriyor ki onun kendi aşireti üzerinde dahi yumuşak bir otoritesi vardı ve aşiretin içinde otonom davranan unsurlar bile söz konusu olabiliyordu. Sonuç itibariyle Kemalistler konusunda aşırı temkinliydi, bela çıkaracaklarını biliyordu, onları yakinen izliyordu ama sonu idam ile biten bu hikayede onları hafife aldığı da barizdi.

Mustafa Kemal’in onun kongreye katılımı için ısrarlı davetine verdiği cevap şayan-ı dikkattir. Dönem itibariyle Halit bey askeri hiyerarşi içinde görev yapan bir askerdir. Ve hiyerarşik derecesi Mustafa Kemal ve Karabekir’den düşük olup, onların emrine bila şart tabiydi. Hadi Mustafa Kemal’in askeri rütbesi babıali tarafından askıya alınıp şüpheli kılınsa bile Karabekir ordu komutanıydı. Soru şudur: nasıl oldu da veya hangi cüretle Halit bey, kendisine verilen emri takmayarak kongreye katılmadı?

Şahitlerin anlatımına bakılırsa, anlaşılabilir insani sebepler öne sürerek toplantıda boy göstermekten kaçınmıştı. Ancak yine de kendisinin Erzurum’a bağlı olduğunu ve alınacak kararlara uyacağını bildirmişti. Onun Mustafa Kemal’e bağlı olduğunu söylemek yerine Erzurum’a bağlı olduğunu bildirmesi basit bir laf oyunundan öte anlamlara sahipti. Zira diplomatik ve askeri lisanla, hiyerarşik üstüne işaret edip, oraya bağlılığını teyit ediyordu.  Şüphe yok ki onun toplantıya katılması, işin rengini değiştirecek ve hazirunun işini epey kolaylaştıracaktı. Bir kez daha şüphe yok ki Kemalist kadrolar Halit Bey’in mazeretinin anlamını politik olarak bilebilecek kadar deneyim sahibiydi. Eninde sonunda bu iş büyüyecekti.

Taktiği basitti, mümkün mertebe onlarla bir araya gelmekten kaçıp, onların hükmedemeyeceği kişi ve bölgelerde alternatif bir oluşum inşa etmekti. Basit ama riskli bir stratejiydi, zira Kemalistler bırakalım Erzurum dağlarının arkasındaki Varto’ya ve Hınıs’a; daha ötelere, Van’a, Norşîn’e, Muş’a, Siverek’e, Cemilê Çeto bölgesine, Diyarbekir’e ince diplomatik taktiklerle hükmediyordu. Bu sebeple taktiği bir yere kadar işe yarayabilirdi.

Bütün bunlarla birlikte Mustafa Kemal’in Erzurum’a gelmesi Halit Bey’in askeri örgütlenmesini bir miktar geciktirmiş gibi görünmektedir. Hareketin Sivas ve Amasya güzergahını takiben Ankara’ya varması onu bir parça rahatlatmış görünmektedir. Bundan böyle Azadi örgütlenmesinin altyapı çalışmalarına hız vermiş, eş zamanlı olarak Erzurum’daki konağını bir tür kurucu meclis gibi kullanmaya başlamıştır. Konağının Kürt okumuşlarından aşiret reislerine, genç subaylardan diplomatik temsilcilere kadar geniş bir kamuya açık olması oldukça ilginçtir. Konağın devamlı ziyaretçileri Şeyh Said’ten Bediüzzamana, Hesenanli Xalid beyden Yusuf Ziya Bey’e çeşitlilik gösteriyordu. Şüphe yok ki Kemalist hareketten şüphe duyan kim varsa ve dahi Kürt halkı için özgürlükçü bir gelecek düşünen kim varsa soluğu burada alıyordu. Fakat bu açık bir riskti de. Zira Kemalizmin çekirdek kadrolarının gözünün içine baka baka alternatif bir örgütlenmeye gitmek hem cesaret işiydi hem bir tür meydan okumaydı. Bu süreçlerde tam da bu çalışmalar sebebiyle tenzili rütbeye uğraması ve bir çeşit göz hapsine alındığı açıkken, Erzurum’dan uzak bir yerde örgütlenmeyi düşünmemesi ilginçtir. Tam da bu safahatta anılan özellikleri onu Kürt kitlelerinin gözünde kurtarıcı bir lider olarak görülmesine yol açmış görünmektedir. Eugen Weber teorisinde[18] köylü kitlelerinin kişileştirme yoluyla kendi taleplerinin taşıyıcılığını bir lidere atfetmesi aşaması dediği safahat bu şekilde onun bedeninde vücuda gelmiş görünmektedir.

Burada cevaplanması gereken bir başka soru, onun siyasi fikirlerinin ve organizasyon mantığının bir tepki örgütlenmesi olup olmadığı meselesidir. Bir başka ifadeyle onun siyasi fikirleri ve örgütlenmesi, Kemalizme duyulan bir tepkiden mi ibaretti? Tersinden sormak gerekirse M. Kemal, Samsun’a ayak basmayıp bölgeye hiç gelmeseydi, Halit bey hareketsiz mi kalırdı? İşin gerçeği savaş sonrası içine girdiği ruh hali onu müstakil bir fikriyata doğru götürmüş gibiydi. Kemalist hareket olsun ya da olmasın onun kafasında ulusal bir program varmış gibi görünmekteydi. Kemalist hareketin sahadaki varlığı yalnızca bu fikirleri hızlandırıp, kısmen revize etmesine sebebiyet vermişti.

Kitaplarla İlişkisi

Halit Bey’in Türkçenin yanı sıra Farsça ve Arapça’ya ileri derecede vakıf olduğunu biliyoruz. İngilizce, Rusça ve Fransızca’yı anlayacak kadar bildiğini varsayabiliriz. Onun ne tarz kitaplar okuduğunu bilmediğimiz gibi kütüphanesinde ne tür kitaplar koyduğunu da bilmiyoruz. Yüzyılın son yıllarında İstanbul’u kasıp kavuran Rousseau, Voltaire gibi düşünürleri okuduğunu varsayabiliriz, keza Namık Kemal gibi, Ali Suavi gibi Osmanlı aydınlarını okuduğunu da tahmin edebiliriz.

Kürtlerin klasik eserlerini okuduğunu, hassaten de Xanî’ye vakıf olduğuna dair ciddi emareler bulunmaktadır. İstanbul’dayken Xanî’yi tanımış olması yüksek ihtimaldir. Bilindiği üzere Xanî’den tefrikaları Kurdistan gazetesi ve KKTG basmıştı. Yanı sıra Qoyî üzerinden Bedirxanzadelerin ve İstanbul’un okur yazar Kürt kitlesinin Xanî ile aşinalığı da söz konusuydu. Bu sebeple İstanbul hayatında Xanî ile tanışması yüksek olasılıktı. Buna mukabil Mela’yı veya Feqî’yi de okuyup okuttuğuna dair belirtiler söz konusudur. Belli ki Kürt edebiyatının klasikleri onun için özel bir anlam taşıyordu, hiç değilse savaş sonrası soğuk politik ortamını yurtsever edebiyatla ısıttığı vakiydi.

Xanî’yi okumasının hem edebi hem politik sonuçlarının olacağı açıktı. Bir kere Xanî apolitik bir edebiyatçı değildi, okurlarına hard politik bir bilinç aşıladığı bilinen bir husus. Bu sebeple Xanî’ye ilişmek, doğrudan ve ilk elden politik olarak Kurdistan meselesine ilişmek de demekti. Nitekim onunla birlikte çalışmış Şaweys’in, amaçlarının Xanî’nin arzusunu gerçekleştirmek olduğu vurgusu oldukça anlamlıydı.  Tam da bu nedenle onun Xanî’yi okumayı teşvik etmesi, kaçınılmaz bir şekilde, onu güncellemek ve hatta dönemin politik ilişkilerine ve Kürdistan davasına uyarlamak demek olacağı açıktır. Bununla birlikte Şeyh Said’in mahkemede işaret ettiği üzere Halit beyin, Xanî’nin Nûbara Biçûkan ve Eqîda Îmanê eserlerini inceleyip, döneme uyarlamayı düşünmesi de kayda değer önemde bir ilgidir. Bu sebeple kim ne derse desin onun Xanî’ye olan bariz ilgisi, Mela ve Feqî kitaplarını dolaşıma sokarak, Kürt siyasal kamusunu estetize etmeye çalışması politik bir faaliyetti.

Bu konudaki bahsi bitirirken ondan kalan yazılı bir metnin günümüze ulaşmamasını büyük bir kayıp olarak görebiliriz şüphesiz. Fakat şunu da biliyoruz ki İspanyol fatihleri, Amerika’ya ayak bastıkları anda müteyakkız oldukların en önemli şey yazıydı, “yazı yoksa tarih de millet de yok”[19] deyip bütün yazıtları yerle bir etmişti. Bu sebeple ondan hatıra kalan bir yazının günümüze ulaşamamasının sembolik politikasının perde arkası elbette kolonyal el koymayla bağlantılı bir meseledir.

Azadi Örgütü Meselesi

1906 yılında Mithat Şükrü’nün Selanik’teki evinde kurulan “Osmanlı Hürriyet Cemiyeti” isimli oluşum, Azadi örgütünün tartışılması için önemli bir örgütlenmeydi. Zira Azadi örgütünün kuruluş mantalitesi, kuruluş koşulları, örgütlendiği sosyoloji ve güttüğü strateji büyük oranda bu cemiyeti andırmaktaydı. Cemiyet ağırlıklı olarak 3. Ordunun subayları tarafından kurulmuştu ve en öncelikli faaliyet amacı hükümete karşı gizli eylemlerde bulunmaktı. Cemiyet hücre sistemine göre tanzim edilmişti ve yeni üye yapılan kişi, kendisini üye yapanın dışında en fazla iki kişiyi tanıyabilirdi. Yeminle üye kaydı yapılıyordu ve cemiyetin gizli tutulan bir tüzüğü vardı. İşin gerçeği Halit Bey’in değişik vesilelerle bürokrasinin içinde teşriki mesai yapmak zorunda kaldığı Enver, Cemal, Halil Kut, Karabekir gibi paşaların hepsi bu örgütün kemik kadrosunu teşkil ediyordu. Azadî örgütünden tek farkı gazete çıkarmasıydı. Azadî örgütünün hücre örgütlenme mantığı, gizliliği hayati bir mesele sayması, ordu içinde idealist subayların örgütlenmesine ağırlık vermesi, yemin ritüeli ve benzeri konularda inşa mantığının büyük oranda bu örgütü andırması elbette tesadüf sayılamaz. Zira Halit Bey en aşağı 1902-1918 arasındaki yaklaşık on altı yıl askeri görevleri sebebiyle bu komitacı askeri subaylarla aynı ortamlarda bulunmak zorunda kalmıştı. Bu sebeple bundan etkilenerek böyle bir örgütlenmeye girişmesi anlaşılır bir tutumdur. İkincisi sömürge halklarının tarihinde çoğu zaman tıpkı Fanon’un dediği kural işler: Yerli “özgür olmak istiyorsa gitmesi gereken yönü ona sömürgeci(si) gösterir.[20]

Örgütün isim babasının kim olduğunu bilmiyoruz, ama fikir babasının Halit Bey olabileceğine dair elimizde yeterince bilgi var. Burada bir şüpheyi izhar etmek de gerekir. Yeni yazılan bir biyografi çalışmasına bakılırsa, “bir türlü ikna edilemeyen Lolan ve Xormek aşiretleri dışında kalan aşiret reisleri, aydınlar, kanaat önderleri ve tüm Kürt örgütleri, Cibranli Halit Bey’in başkanlığında birleşerek, Kürtlerin ulusal mücadelesi için Azadi’yi”[21] kurmuşlardı. Bu yorum yapılan her genelleme gibi soyuttur ve aşırı yorumdur. Bu dönemde bu kadar birbirine benzemezin, bırakalım hayati bir konuda mutabakat etmesini, gündelik bir olayda bir araya gelerek birleşmeleri bile görülmüş şey değildi. Bu fikrin perde arkasında onun konağına giden çeşitli insanları, tek bir amaç için bir araya gelmiş gibi görmek türünden bir okuma belirmektedir. İşin gerçeği ne onun konağına gidenlerin hepsi aynı amacı güdüyordu, ne o kendisine giden herkesle kafasındaki yolu yürümeyi düşünüyordu ve ne de Kürt örgütleri onun ismi etrafında birleşmişti. Onun her şeyden önce bir fikri vardı, gidenlerin çoğu bu fikri ilk elden öğrenmeye ve anlamaya gidiyordu, üstelik benzer fikirler yalnızca onda yoktu. Bu dönemlerde en yakınlarından olan Şeyh Said’ten başlayarak, Cemilpaşazadelerin bir kısmında, Koçgiri ağalarında, Baytar Nuri’de ve İstanbul’da ise Bedirxanilerde, burada mukim Kürt okumuşlarında ve daha pek çok kişinin kafasında müstakil bir Kürdistan fikri vardı. Bunların hepsinin bir araya gelerek onu lider tayin etmesi herhalde mümkün değildi.  Daha önemlisi dönemin Kürtlerinin siyasal kamusu çeşitlilik arz ediyordu, yani Kürt toplumunun politik kalbi tek başına Erzurum’da atmıyordu, İstanbul vardı, Diyarbekir vardı, Simko vardı, Berzenci ve Barzaniler vardı. Bu sebeple Kürt örgütlerinin bir araya gelip onu lider tayin etmesinin ne maddi ne de manevi koşulları vardı.

Fakat şu da var ki Halit Bey gerek kişisel karizmasıyla, gerek askeri kişiliğiyle, gerek geniş ilişki ağıyla ve daha önemlisi Kemalist hareketinin gözünün içinde Kürdistan davasını dillendirmek cesaretini göstermekle belli bir auraya sahip olduğu açıktı. Bu sebeple uzun yıllardan bu yana ilk kez Kürt siyasetinin merkezi İstanbul olmaktan çıkıp, Kürdistan’a yani Erzurum’a kayıyordu. Kürdistan halkı ilk kez bu çeşit sofistike bir örgütlenmeye şahitlik ediyordu, ismi kulaklara fısıldanan, ama gözlerin henüz göremediği bir hayalet, Kürdistan semalarında dolaşıyordu. Çekirdeğinde askerlerin yer aldığı, programı bilinmeyen, ama niyeti bilinen bir hayalet.

Azadî’yi örgütlerken ne türden zorluklara maruz kaldı acaba? Kemalist oluşumdan ne türden tazyiklere maruz kaldığını az çok biliyoruz, esas bilmediğimiz şey en yakınları dahil olmak üzere içerden nasıl tepki aldığıdır. Aşiretinden dahi yeterli desteği göremediğini hatta baş edilmesi zor reaksiyonlara muhatap kaldığını mektuplarından görebiliyoruz.[22] Söylenenlerin tersine Halit Bey’in esasında neredeyse tamamen yalnız bırakıldığını görmek zor değil. Öyle ki Azadi örgütünün kayıt defterini dahi canı pahasına sahiplenecek kimsesi yoktur, rüştiye diplomalı ve olaylara aşina kardeşi dahi Azadî’yi bilebilecek kadar yakınında olamamıştı. Bayrağına aldığı hançer figürü herhalde tesadüf değildi, arkadan hançerlenmeyi bekliyor olmalıydı. Örgüte kazandırdığı subaylarla nasıl bir ilişki geliştirdiğine dair bir bilgimiz yok, keza örgüte kadınların alınıp alınmadığına dair bir bilgimizin olmadığı gibi.

Kurucusu olduğu örgütün kadro sosyolojisine bakıldığında Kürdistan’ın önemli merkezleriyle bir ilişki geliştirdiği görülmekteydi. Kürdistan siyasal sosyoloji olarak ikiye ayrılmış bir görüntü veriyordu. Kemalist hareket şehirli Kürt mütegalibesine, dominant ümmetçi şeyhlere ve ittihatçı Kürtlerle iş tutmuş, soykırım iştirakçisi Kürt figürlere bel bağlamıştı. Buna mukabil ise Azadi’nin yapılanmasına bakıldığında ise Halit Bey ve kurucu kadroları, Hamidiye’nin üniformalı bakiyesini, şehir merkezinden uzak aşiret ağalarını, anti kolonyal ruha sahip şeyh ailelerini, yine merkezden uzak köylü kitlelerini ve son çeyrek yüzyıl içinde Kürtlük siyaseti güden okumuşları örgütlemişti. Kemalist hareket merkez ve merkeze yakın lokasyonları örgütlerken, Azadi kurucuları merkezin bir tık gerisi ve taşrayı örgütlüyordu. İyi düşünülmüş bu örgütlenmenin en büyük eksiği Bitlis-Van, Diyarbekir-Mardin, Turabdin ve Cizre bölgesindeki halkın ve reislerinin bu oluşuma dahil edilememiş olmasıydı. Keza buna Dersim-Erzincan-Adıyaman ve Urfa kitlesini de eklemek gerekir. Azadi karar alıcılarının Alevi kitleler içinde özel bir çalışma yürütmemesi başarı şansını baştan azaltmıştı. Halit Bey belli ki Varto Alevilerinden karar günü geldiğinde kendisine meyledeceğini bekliyordu, aynı şekilde Ovacık’ta kurduğu ilişkilerden de bir beklentisi vardı. Ama Dersim ve Erzincan ahalisini düşündüğümüzde bu beklentinin naif olacağı açıktı. Öyle görünüyor ki Azadi’nin sınıfsal okuması bizi kaybedecek şeyleri olan ama aynı zamanda bir statü beklentisi içinde de olan Hamidiye bakiyesi küçük burjuva organizatörlerle, savaştan dolayı zaten bütün varlığını yitirmiş ve şimdilerde kaybedecek hiçbir şeyi olmayan köylü kitlelerinin özgürlük umutlarının birleşimine götürür. Onun şahsi manevisi bu birleşiminin simgesiydi, hem statü meraklısı Hamidiye bakiyesi üniformalılara statü verecekti hem de Kürt köylülerine daha adil ve yaşanılabilir bir dünya sağlayacaktı.

Halit Bey’in örgütlenme mistifkasyonu bir parça onun karakteriyle el ele yürümüş görünmektedir. Kamuoyu önüne çıkma konusunda ihtiyatlıydı, popülist işlere abanmak yerine teenni ile hareket ediyordu, sonu iyi düşünülmemiş, sebepleri iyi analiz edilmemiş maceralara atılmayı isteyen biri değildi. Mesela savaş sonrasında İstanbul’a gitmeyi düşünmemesi ilginç görünüyor, savaş sonrası İstanbul’daki Kürt hareketlerin dinamikliğini göz önüne getirdiğimizde bundan uzak durması ilgi çekici bir tercih. Keza Van, Diyarbekir gibi merkezlerde de doğrudan ve aracısız bir şekilde boy göstermemesi, buradaki halkın siyasi gündemlerine doğrudan ilişmemiş olması da bir strateji hatası gibi duruyor

Dini Kişiliği ve Şeyh Said ile İlişkisi

Halit Bey’in içinde doğduğu toplumsal koşullar ve aşiret yaşamı şüphesiz karakterini ve inançlarını etkilemiştir. Onun doğduğu yılların koşulları içinde Cibranlı aşiretinin koyu dindar bir aşiret olduğunu iddia etmek zordur. Aşireti başka diğer aşiretler gibi nispeten seküler bir yaşam sürüyordu. Elbette Allah’a inanıyorlardı, Sünni bir geleneğe bağlıydı. Bununla birlikte aşiret, Şeyh Said ailesinin genel panoramik etki alanındaydı, keza Kulan, Hacibey, Kêrs ve Melekan şeyhleri de aşiretin bulunduğu lokasyon içinde irşad faaliyeti yürütüyordu. Bu sebeple hiç değilse 1890’lardan itibaren aşireti, tıpkı diğer Kürt aşiretleri gibi Halidi şeyhlerinin tesiriyle ikince kez İslamileşmişti. Aşiret dini ritüellere mümkün mertebe riayet edip, şeyhlere gereken hürmeti gösteriyordu. Ayrıca annesi ile Şeyh Said’in annesi kardeşti ve dahası kardeşi Fatma hanım Şeyh Said ile evlenmişti. Dolayısıyla Sünniliğin akidesine aşina bir ortamda gözlerini hayata açmıştı.

Onun dindarlığının köşe taşlarından biri şüphe yok ki aşiret mektebinde aldığı ilahiyat bilgisiydi. Bu mektep itikaden Maturidi, mezheben Hanefi bir müfredatla eğitim veriyordu. Bu yönüyle kısmen Kürt İslamıyla çelişiyordu. Zira Kürt İslamı kelam geleneği açısından Eşari’ye yaslanıyordu, mezheben de Şafii bir geleneğe bağlıydı. Annesinin ilahiyat bilgisi üzerinden Kürt İslamının Palevi kolundan ilk eğitimini alan Halit Bey’in, Aşiret Mektebinin İslami müfredatıyla kolayca uyum sağladığını düşünmek zordur. İki nedenle zordu. Birincisi Halidiliğin Palevi kolu anti kolonyal bir ruha meyyaldi, Mektebin asimilasyonist, devşirmeci Panislamist siyaseti ile uyuşması pek mümkün görünmüyordu, özellikle de Halidilerin bir kesiminin Abdülhamit’in halifeliğine şerh koyduğu bir konjoktürde bu daha zordu. İkincisi Abdülhamit’in panislamist siyaseti Hanefiliği merkez ideolojisi olarak yeniden formatlayıp, bunu taşradaki Müslümanlara bir sömürge ideolojisi olarak dayatıyordu. Bununla birlikte Şerefname’den beri biliyoruz ki, Şafiilik Kürtler açısından bir çeşit etno-mezhep halini almıştı, dolayısıyla Hanefiliğe intisap bir çeşit geleneksel Kürtlükten feragat olarak görülüyordu.

Bütün bu sebepler yüzünden Halit Bey’in kolayca okulun İslami müfredatını tedris ettiğini düşünmek iyimser bir düşünce olur. Fakat her ne olursa olsun Halit Bey’in, onun panislamist ilahiyatı tedris ettiği açıktı. Buna dair şüpheleri varsa bile bunu seslendirmediğinden olsa gerek yaveri sultan olarak taltif edilip, Filistin cephesine yüzbaşı olarak gönderilmişti. Sonuç her neye evrilirse evrilsin, hayatının önemli bir bölümünde Halit Bey’in, Osmanlıcılığın dayanağı olan ittihadı İslam fikrini kendi hayatında idame ettiği açıktı. Osmanlı siyasetini ümmet fikrinin içinden yeniden canlandıran bu sömürge ideolojisini, Halit beyin ne zaman sorgulamaya başladığı önemli bir sorudur. Diğer bir ifadeyle Halit Bey ne zaman ümmet fikrinin evrenselciliği içinde kaybedilen Kürdistan meselesini sorgulamaya başladı?

Halit Bey bunu sorguladığı ölçüde Kürt islamının kodlarını yeniden keşfetmişti. Her ne kadar Filistin cephesinin son senelerinden itibaren bu sorgulama fikri kendisini ele geçirse de, öyle görünüyor ki kararlaştığı an, savaş sonrası ortaya çıkan felakettir. Şeyh Said ile Bediüzzaman ile fikirlerinin daha yaklaştığı anlar bu süreçlerdi. Her iki dini lider de ciddi ilmi bir donanıma sahipti, her ikisinin ilahiyat bilgisi, Kürdi siyasi ilahiyatla doğrudan bağlantılıydı. Dolayısıyla her üçünün sohbetlerde ortaklaştığı duygu, “böyle gitmez ve artık yeter” duygusu olmalıdır. Bu müşterek duygudaşlığın gerçek hayatta kuvveden fiile geçirilmesinde ve hele politik idealizasyon konusunda sorun yaratması kaçınılmazdı. Zira farklı karakterlerde üç dominant kişinin birlikte yürümesi hemen her zaman çileci bir pratiğe sebebiyet verecekti.

Halit Bey’in Beddiüzamanla görüşmesi periyodik bir izlekte değildir. Ankara ya da İstanbul’dan dönüşte Beddiüzamanın Erzurum’a uğraması güzergah olarak normal karşılanabilir. Ama Beddiüzamanın kritik süreçte Erzurum’a gelmesi kadar, ziyaretini günlere yayarak uzatması bu ziyaretin spesifik meselelere ilişkin olmasına delaletti. İkilinin Mustafa Kemal’in hareketinden müşteki olması eşyanın doğası gereğiydi, sohbetlerine damga vuran amilin bu olması da bu zaviyedendi. Zira Beddiüzaman, Ankara’dan hayal kırıklıklarını avucunda taşıyarak gelmişti ve Kemalist kadronun çılgın fikirlerini net olarak görmüştü. Ne var ki buna tepki verilmesi bahsinde her ikisinin benzer görüşlere sahip olduğunu ilk elden iddia etmek pek de kolay değildir. Hiç değilse zamanlama, politik enstrümanların kullanımı, siyasal taktik ve örgütsel strateji konusunda çetin münazaralara girmesi olasıydı. Yine de her ne olursa olsun Halit Bey’in isyan hazırlıklarına, Beddiüzamanın şartlı destek sunduğu ihtimallerin içinde akla en yakın olanıdır.

Halit Bey’in Beddiüzamanın aksine Şeyh Said ile periyodik olarak görüştüğü açıktı. Hem hısımdı hem hasımları aynıydı, bu sebeple Erzurum’un uzun ve soğuk gecelerini ısıtan sohbetlerinin konusu elbette başkaldırı epiğiydi. İlk kez başkaldırı fikrini kimin zikrettiği araştırılması gereken mühim bir konudur. İşin gerçeği Halid bey zorun gücünü yakinen deneyimlemişti. Hem belli bir gücü elinde bulunduran bir aşirete hükmediyordu hem de Hamidiye’nin resmi bir birimine komuta ediyordu. Öte yandan Osmanlının başkentinde, Filistin cephesinde, bilhassa da savaş döneminde gücün anlam ve önemini bilfiil etüd etmişti. Dolayısıyla dönem koşulları itibariyle elinde gücü olanın haklı sayıldığını pek çok kez görmüştü. Bununla birlikte komitacı Jön Türklerin faaliyetini yakinen görüp, politik şiddetin, başkaldırı performansının siyasi geleceğini garantiye aldığını, yani omleti yemek için yumurtaların kırılması gerektiğini pekala biliyordu. Öte taraftan Şeyh Said’in de isyan epiği ya da zorun rolü hakkında hem geniş bir müktesebatı vardı hem de bizzat yakın tecrübeleriyle bunu deneyimlemişti. Çok da uzun sayılamayacak ömründe kendi gözlerinin önünde aynı mürşide rabıta yaptığı Şeyh Ubeydullah isyanını, akabinde Bitlis şeyhlerinin isyanını görmüştü. Dolayısıyla kimi durumlarda iktidarın namlunun ucundan damladığını görmüştü. İlaveten bağlı bulunduğu Palevi silsilesinin daha az devletçi, daha çok toplumcu paradigmasına sadık olarak yetişmişti. Bilhassa Hadis bilimlerinde eşsizdi ve peygamberin hayatına son derece vakıf olarak, haksızlık karşısında susmanın dini hükümlerini tedris etmişti. Yazdığı metinlerden ve mahkemedeki savunmasından gördüğümüz üzere peygamber ahlakını, isyan ahlakı olarak bellemişti.

Bütün bu sebepler dolayısıyla her ikisi de başkaldırının anlamını ve kimi durumlarda kaçınılmazlığını görmesi söz konusuydu. Erzurum’un harareti bol, ateşli soğuk gecelerinde ilk kimin bu fikri dillendirdiği sorusu bizi müşterek bir bilince götürmekteydi. Her ne kadar onun ifadelerini bilmesek de Şeyh Said’in mahkeme heyetine söylediğine bakılırsa fırtına alameti olan ilk şimşeğin Halit beyden sadır olduğu, Şeyh Said’in de bunun kamil bir fikir haline gelmesinde veya muhtevalandırmasında varoluşsal bir katkı sunduğunu ileri sürebiliriz. Yani bu kararın müşterek bir fikir olarak onların sohbetinden çıktığını varsayabiliriz.

Şeyh Said ile Halit Bey’in müşterek pratiğinin yorumlanmasını basit bir aile tartışmasından çıkaracak ikinci amil isyandaki rollerini açığa çıkarmak olmalıdır. Bir tür eş başkan olarak çalışan her ikisinin görevi birbirini tamamlıyordu. Halit bey örgütlenmenin askeri, idari ve modern Kürt aydınlarının örgütlenmesi ile domine edilmesi rolünü üstlenirken, Şeyh Said bu rolü tamamlayacak şekilde başkaldırının kitlesel boyutu, dinsel meşruluğu, propaganda söylemleri işini üzerine almış gibi görünmekteydi. Halit Bey olmasaydı Şeyh Said’in bu türden sofistike bir örgütlenme yapacak imkanları olmayacaktı, en fazla Bitlis isyanı gibi lokal bir oluşum ile isyan ateşi yakabilirdi. Öte yandan eğer Şeyh Said olmasaydı, Halit bey geniş kitle havuzundan ve aşiret üstü köylü toplumunun mobilizasyon gücünden mahrum kalacaktı. Ve dahası mevcut örgütsel yapısı ile isyan değil ancak belli şartlarda lokal merkezlerle ile sınırlı askeri-bürokratik bir kalkışma yapabilecekti. Bu sebeple isyan esasında ne tek başına Halit beyin mülküydü ne de Şeyh Said’in mülküydü. Dünya savaşının yıkıntıları arasında geniş Kürt köylüleri öncelikle ulusal talepler konusu başta olmak üzere sınıfsal konularda huzursuzdu, başkaldırmaya hazırdı. Onların bu duygularını Azadi projelendirmişti, Halit Bey ve Şeyh Said de tercüman olarak, onların temsilciliğini üstlenmişti.

Koçgiri’den Lozan’a Halit Bey’in Politik Pusulası            

Koçgiri ayağa kalkarken Halit Bey’in ne düşündüğü hakkında bir bilgimiz yok. İsyan bölgesinin kendisine yakın bir bölgede cereyan etmesi dolayısıyla onun bölgeyi gözetim altında tuttuğu düşünülebilir; tıpkı isyanı bastırmakla görevli meslektaşlarının da onu bir potansiyel olarak gözetim altında tuttuğu gibi. Onun Ovacık Kürtleriyle ilişkisi devam ediyordu, Azadi teşkilatının Dersim-Erzincan şubesinin yetkilisi Kangozade Ali Haydar Bey’den düzenli olmasa da bilgi alması söz konusuydu. KTC’nin bölgedeki delegeleri veya Baytar Nuri ile iletişimde olması da olasıydı. Ne var ki elimizde bilgi alışverişine olanak sağlayan bilgi kırıntıları dışında, isyancılara maddi veya lojistik destek sağladığına dair bir bilgi bulunmuyor. Koçgiri isyanını modere edenlerin aklına Halit Bey’den yardım istemek gelmiş midir acaba? Her ne olursa olsun Koçgiri bölgesi ondan birkaç saat uzaktaydı ve isyancılar onun hayalleri için baş kaldırmıştı ve onun bu isyana el verdiğine veya ne düşündüğüne dair elimizde bir veri yok.

Koçgiri isyanın kolonyal şiddetin bütün şeameti ile bastırıldığında aslında Kemalist hareketin Kürtlere dair ajandası bir bütün olarak ortaya serilmişti. Ancak yine de kimi Kürtlerin umudu hala bakiydi ve Lozan onlar için umutları büyüten son ve acil bir süreçti. Koçgiri’de Kürt köylerinin ateşe verilmesi ve akabinde Lozan’da Kürtlerin özgürlük ateşlerine su serpilmesi aslında olması gerekeni daha görünür kılmıştı. Nitekim 1923 yılının ilk aylarında Yusuf Ziya Bey’in Erzurum’a gelmesi öyle görünüyor ki kaçınılmaz sonun başlangıç efekti gibiydi. Azadi karar alıcıları isyan seçeneğini tek seçenek olarak masanın üstüne koymuştu. Zamanlama henüz belli olmasa bile, zemin etüdü kontrol ediliyordu, sahada başkaldırı için kellesini ortaya koymak için gönüllü olanlar test ediliyordu. Halit Bey bir orkestra şefi gibi sahaya projektör tutuyordu, kellesi koltukta gezenlere hazır olmalarını ve isyan borusu çaldığında herkesin üzerine düşeni yapmasını bekliyordu.

Halit Bey’in bunları yaparken bir taraftan da Kemalist kadroların Kürdistan’da örgütlenmesini engellemek için kimi girişimlerde bulunduğunu görüyoruz. Seçim sonucu Ankara’ya gideceklerin hiç değilse Kürt davasını bir yerinden tutan kişiler olmasını ve böylelikle inkarcı zihniyetin başkentteki gücünü dağıtmayı hedefliyordu. Bu süreçlerde Mustafa Kemal’in ve Ankara’da boy gösteren muhalefetin Halit Bey’in etrafında toplanan enerjiye nasıl baktığı, onunla değişik araçlarla ilişkiye geçip geçmediği önemli bir başlıktır. Kasım Bey’in anlattığına bakılırsa Halit Bey, bu dönemlerde kurulan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkasından bir parça umutvardı, hiç değilse muhtariyeti koparabileceğini düşünmekteydi.[23] Bununla birlikte Kemalist kadroların TCF ile Azadi arasındaki iletişim konusunda müteyakkız olduğu da anlaşılıyordu. Halit beyin Ankara’da güçlenmeye başlanan Kemalist karşıtı muhalefeti hesaba katmamış olması düşünülemez, öyleyse onlarla taktik işbirliğine gitmiş olmaması için bir sebep gösterilemez. Yusuf Ziya Bey üzerinden Azadi’nin arka kapı diplomasisini zorlaması akla yakın düşmektedir. Fakat yine de Azadi hareketinin maksimalist bir politika gütmek yerine bağımsızlık ile muhtariyet arasında esnek bir politika dillendirdiğini kimi raporlardan görmekteyiz. Öyleyse soru şudur: Mustafa Kemal’in İzmit ve Eskişehir konuşmalarında yaptığı muhtariyet vurgusu Azadi talepleri ile bir bakıma çakışıyordu, öyleyse kapalı kapılar arkasında bir tür mekik diplomasi yürütmek adına bu demeçler verilmiş olabilir miydi?

Öte yandan başta Bolşevik temsilciler olmak üzere kimi diplomatik görüşmeler yaptığını da biliyoruz. Bolşeviklerin merkezi politikası dönem itibariyle katıksız Kemalizm yanlısıydı, Kürtlerin onları zayıflatmalarını isteyeceği son şeydi. Zira İngilizleri dengelemek için Kemalist hareketin varlığı onların stratejisi için bir hayli önemliydi. Buna rağmen Halit beyle periyodik görüşmeler yapması şayanı dikkattir. Halit beyin onlardan diplomatik ve mümkünse lojistik destek istediğini biliyoruz. Hatta yazılana bakılırsa bir adım öteye giderek bağımsızlık karşılığında SSCB’nin himayesinin kabul edilmesi dahi masaya konmuştu. Dönem itibariyle Leninist ilkelerden haberdar olması yüksek olasılık olduğundan, bu ilkeler çerçevesinde Kürt hakları için destek istemesi anlaşılır bir tutumdur. Halit beyin sosyalizme nasıl baktığına dair elimizde bir veri yok. Ancak sık periyotlarla onların diplomatıyla görüştüğüne göre sosyalizmin esaslarına vakıf olacak kadar bilgi sahibi olduğunu varsayabiliriz. İşin gerçeği Halit beyin koşullar itibariyle Leninist ilkelere pragmatik bir edayla yaklaşmasını öngörebiliriz. Yine yansıyan kimi müzakere metinlerine bakılırsa[24] Kürt liderlerinin komünizmin yayılmasına karşı çıkmayacağının teminatı da verilmişti. Zaten Rusların tavrı Kemalistlerden yana netleşince bu metinlerin dilinin değişerek Kürt halkının Bolşevik sistemini kabul etmeyeceği vurgusu koyulaşmaya başlamıştı. Bu müzakere taktikleri bir tarafa, Halit Bey’in bir ideoloji olarak sosyalizme esastan karşı olduğunu varsayabilecek elimizde yeterince veri var. Zira dönem itibariyle Kürt okumuşlarının pek çoğu sosyalizm ideolojisini insan fıtratına aykırı buluyordu, her ne kadar ezilenlerin temsilcisi olarak ortaya çıkması hoşlarına gitse de.  Halit Bey gibi hem asker, hem aşiret reisi hem de statü sahibi birinin işçi ve emekçilerin haklarını savunan bir ideolojiyi meşru bulsa da yanında duracağını varsaymak kolay değildir. Fakat bütün bu ideolojik kanaatler elbette siyasi müzakereyi askıya almazdı, zira Halit Bey siyasetin pragmatik kalıplarını biliyordu. Bu sebeple Ruslara mektup yazıp işbirliğini önermesi, tarihsel İngiliz siyasetine mim koyup Rus siyaseti ile çalışma isteğini belirtmesi iyi düşünülmüş bir taktik hamleydi. Zira dönemin İngiliz belgelerine bakıldığında onlar için Kürtler sadece onların projelerini hayata geçirmeleri önünde engel teşkil edebilecek, baş ağrıtabilecek yerel unsurlardı. Öyle ya da böyle beş altı yıl önce cephede ölümüne savaştığı bir düşmana şimdi işbirliği teklif etmesi ikili bir okumaya tabi tutulabilir; dönem itibariyle bu tür iş birliğe açık olmasını siyasetbilir olmakla açıklayabiliriz şüphesiz, ama bu ister istemez bir öngörüsüzlüğü de içinde barındırıyordu. Zira bu işbirliği arayışı, beş altı yıl önce cephedeki düşman saflarındaki pozisyonunun anlamını ve konumunu da sorgulatır cinstendir. Unutmayalım ki, daha beş yıl önce Rus kurşunu ile öldürülmekten son anda kurtulmuştu. Daha cephedeki atların nal izi dahi silinmeden şimdi aynı Rus kurşunundan gelecek adına özgürlük beklemesi elbette yakın geçmişteki tercihlerinin doğruluğunu sorgulatan bir arayıştı.

Beytüşebab İsyanı

Kasım Bey’e yazdıkları hiddet dolu mektuplarda onun tersinin pis olduğu açıkça görülüyordu.[25] Temkin, teenni, sabır gibi hasletlerin arkasına saklanmış buz gibi bir öfkesi vardı. Sükutu hayale uğradığında, sinir katsayısı kendini sert kelimelerle dışa vuruyordu, ama elbette kontrol edilebilir bir öfkeydi bu.

İhsan Nuri ile Yusuf Ziya Bey’in merkezinde yer aldığı Beytüşebab isyanı bir çeşit provokasyon kokuyordu. İster hatalı telgraf gönderilsin, ister telgraf yanlış tercüme edilsin fark etmez, vakitsiz bir telgrafa dayanılarak gerçekleştirilen bu isyanın Halit Bey’i derin müteessir kıldığı tahmin edilebilir. Azadi örgütünün bütün hücre tipi örgütlenmesi ve disiplin timsali yapısına rağmen böylesine erken ve acemice bir arıza vermesi elbette onu düşündürmüş de olmalıdır. Sorunun Yusuf Ziya Bey’den peyda olması ayrıca onu zorlamış olmalıdır. Sebep her ne olursa olsun, sonuç açık bir fiyaskoydu ve bunun sorumlusunun zincirlemesindeki tepe noktası şüphesiz kendisi olmalıydı. Yusuf Ziya Bey ondan haber almaksızın böyle bir işe giriştiyse, bu onun da başarısızlığıydı, zira Yusuf Ziya ile periyodik olarak görüşüyordu. Nitekim Ekrem Cemilpaşa da yüzbaşı Şaweys de bu olayı merkezi bir planlama olmadığını, Yusuf Ziya beyin taşkın kişiliği ve Bitlis şubesinin kararı ile icra edildiğini belirtir. Eğer durum bu türden bir disiplinsizlikle ilgili ise şubelerin otonom karar alma iradelerinin olduğu ve Azadi merkezinin sahadaki tüm şubelere bihakkın hakim olmadığı sonucu çıkar. Böyleyse şüphesiz Halid Bey’in bu dağınıklıktan ötürü mesuliyeti vardı.

Ama öte yandan bu basit bir telgraf deşifrasyonu hatası ise saha elemanlarının yanı sıra kendisinin de kabahati vardı, basit bir telgraf deşifrasyonu yapamayacak kişilerle yola çıkmak üzereydi. Her iki durumda da kendisinin de bir parça mesuliyeti vardı. Bu işin sorumlularına dair nasıl bir yaptırım düşündüğünü ise bilemiyoruz. Ki İhsan Nuri’nin bu konudaki anıları ise ayrıca ilginçtir. Ona bakılırsa deşifrasyon problemi yoktu, organizasyon sorunu vardı.[26]

Acaba Beytüşebap isyanı acemilik süsü verilmiş daha makro bir planın lokal bir fragmanı olarak düşünülmüş olabilir mi? Olayın esas kahramanlarından biri olan İhsan Nuri’nin anılarına bakılırsa Yusuf Ziya Bey, Azadi’nin merkezi umumisinin direktifiyle bu işe girişmişti.[27] Eğer bu bilgi doğruysa Azadi örgütünün tek bir isyan değil, bir isyan dalgası ile hükümeti felç etme stratejisi gütmüş olabileceğini düşünebiliriz. Beytüşebap’tan başlayıp her gün değişik merkezlere sıçrayan bir başkaldırı silsilesinin düşünülmüş olması olası mı?

Bu fiyasko şüphesiz pahalıya mal oldu, isyanın buzdağının altına gömülü bir parçası görünür olmuştu, Kemalistler isyanın çapını ve niteliğini bitamam görmüştü. Zira asi subaylar İngilizlere planları açıkça anlatmıştı, İngilizlerin bu bilgileri Kemalist yönetimle paylaşması sürpriz sayılmaz. Ve nitekim İsmet paşanın olaya dair raporunda da bahsedildiği üzere Ankara, bu teşebbüsün geniş çaplı bir başkaldırının bir fragmanı olduğunu fark etmişti.

Bu tehlikeli ortamda Azadi liderleri bir araya gelip durum değerlendirmesi yapma ihtiyacı gütmüşlerdi. Kimileri bunu kongre[28] olarak ifade etse de, bütün herkesin istim üzerinde olduğu, Halit beyin tutuklanmasının an meselesi olduğu böylesi şartlarda kongre örgütlemek akıl karı değildir. Üstelik kongre gibi resmi bir organizasyonu yapmak hem zaman gerektirir, hem de ciddi bir gizlilik sevk ve idaresini gerektirir. Son olarak kongre yapıldığını ileri sürenler ne kongre yeri ne de yapıldığı zamana dair bilgi verebilmektedir. Kongre değil de yüksek olasılıkla Azadi örgütünün lider kadrolarından bazıları bir araya gelip durum değerlendirmesi yapmış, isyanın tarihi netleştirilmiş ve son olarak başkaldırının askeri stratejisi ele alınmış olmalıdır. Elbette lider kadrosunun başına bir şey geldiğinde alternatif planlar da konuşulmuş olmalıdır.

1924- Mustafa Kemal ile Görüşmesi

Mustafa Kemal’in bu süreçte bunlardan haberinin olmadığını düşünmek saflık olur. Bu sebeple onu göz hapsine aldığını varsayabiliriz. Nitekim Pasinler depremini vesile kılarak bölgeye gelmesi ikiliyi tekrar karşı karşıya getirir. İkilinin daha evvel bir araya gelip gelmediğine dair sahih bilgiler yoktur fakat her ikisinin asker olması ve yakın cephelerde görevler yapmasına baktığımızda onların geçmişte de karşılaştığını öne sürmek pekala mümkündür. Halit beyin görüşmeye gönüllü olmadığı, ısrar karşısında mecbur kalarak görüşmeye gittiğini not etmekte fayda var. Halit Bey istese depremdeki yıkıntıları sebep gösterip şehir merkezinden uzağa giderek, bu görüşmeye gitmemeyi fiziken garantileyebilirdi. Ama şehirde kaldığına göre onun da görüşmeden kaçmadığını varsayabiliriz.

Şahitlerin anlatımına bakılırsa görüşme gergin geçmiş görünmektedir. Ama gergin geçen bir görüşmeden sonra yemeğe geçilerek, yemek yenmesi pek de hayatın olağan akışına ve Mustafa Kemal’in tarzına uygun görünmemektedir. Bu sebeple tanıkların efsaneleştirici anlatımını check etmekte fayda var. Görüşmenin zahiri sebebinin Halit Bey’in istifası olduğunu kestirmek mümkün. Gerçekten de tenzili rütbeye uğrayan, sürekli göz hapsinde tutulan, ordu içindeki rütbelilerce bir çeşit mobbinge maruz bırakılan Halit Bey’in istifaya teşebbüs etmesi anlaşılabilir bir tutumdu.  Ama onu ordu içinde tutup, hareketlerini kontrol etmek de tersi manada anlaşılabilir bir tutumdu. Ne var ki görüşmenin batıni sebebi Halit beyin muhalif duruşu ve hareketleriydi. Tanıklar Mustafa Kemal’in konuşmak yerine sükut ettiğini, onun yerine kolordu komutanının konuştuğunu anlatır. Dahası Mustafa Kemal’in bulunduğu bir ortamda, onun kolordu komutanı tarafından gayrı resmi bir sorguya tabi tutulup, sonu vatana ihanete varacak sert bir ithama maruz bırakıldığı anlatılmaktadır.[29] Bu anlatım ilk başta abartılı gibi görünmektedir. Zira her ne kadar görüşmenin içeriği onun muhalif faaliyetleri olmuş olsa da, onu vatana ihanetle suçlamak ama gereğini yapmayıp birlikte yemek yemeye geçmek pek de adabı erkana uyacak bir davranış kalıbı değildi. Bu fragmandan çıkarılacak doğruya yakın yorum şu olabilir. M. Kemal zaten değişik aracılarla onun neyin peşinde olduğunu biliyordu, düzenli haber akışı ona geliyordu. Bu sebeple kendisi susarak, ama kendi adına birini konuşturup, gayrı resmi bir sorgu ortamında, ihanet gibi ağır söylemlerle onu tahrik ederek kesin biat talep etmişti. Halit Bey tuzağı berhava etmişti şimdilik, ne biat etmişti ne ipleri tamamen koparıp atmıştı. Öte yandan muhatapları isteseydi onu anında derdest edip zindana tıkabilirdi, bunu engelleyebilecek bir güç de yoktu. Ama onlar da ipleri tamamen koparmak yerine, işi zamanlamaya, cebri iknaya ve bunlar olmaz ise de şahsi hale değil toptan hale bırakmış görünüyordu. Bu sebeple yemek faslı bir çeşit son akşam yemeği olarak değil, Dostoyevskiyen manada Kemalist sofra olarak organize edilmişti. Halit Bey’in sofradan yemek yemesi, kendi payını talep eden bir işbirliğine açık olduğunu gösterirdi, yemedi, yemeden ayrıldı. Mustafa Kemal ile bir şey konuşup konuşmadığına dair elimizde veri yok, karşılıklı mesajlar verilmişti, hepsi o kadardı. Ama akabinde M. Kemal’in talebiyle Hoca İlyas Sami’nin kendisini ziyaret etmesi, Mustafa Kemal’in ondan yana bütün umutlarını henüz tüketmediğine yorulabilir şüphesiz. Kendisinin tehditle yapamadığını, Hoca İlyas üzerinden havuç politikası ile yapmayı seçmişti bu sefer. İlyas Sami şüphesiz sıradan biri değildi, Muş’taki ilk ittihatçılardan biriydi, Ermeni soykırımının Muş’taki organizatörlerinden biriydi ve soykırım mallarına çökmesi ile biliniyordu. Kongreler sürecinde Kemalist harekete iltihak ederek, yerini garantilemişti. Halit beyin ısrarlı talebe rağmen onunla görüşmeyi ilk etapta red etmesine ve Kasım beye gönderdiği mektuba bakılırsa, İlyas Sami’den pek haz etmiyordu. Buna rağmen Hoca İlyas kendisiyle görüştüğünde, Mustafa Kemal’in her şeyden haberinin olduğunu söylemesi ve hemen akabinde red edilmesi zor ayartıcı tekliflerde bulunması, onun bir tür temsilci olarak geldiğine delaletti. Halit beyin kararlı duruşunun, kendi boynunun ip için hazır olduğunu restini çekmesi şüphe yok ki köprüden önce son çıkışın da geride kaldığını gösteriyordu.

Halit Bey’in Tutuklanması

Kabul etmek gerekir ki durum daha fazla bu şekilde sürdürülemezdi. Halit Bey ya tutuklanacaktı ya da epey bir zamandır arkadaşlarıyla birlikte emek harcadığı strateji uğruna başkaldırıp başarı şansını deneyecekti. Halit Bey’in en büyük hatası Erzurum’da bu işlere girişmesiydi ama bundan daha büyük hatası ise göstere göstere gelen tutuklama kararına karşı neredeyse hiçbir tedbir almamasıydı. Çok daha önemlisi kendisi henüz tutuklanmadan iki ay önce Ekim 1924 yılında, neredeyse gözlerinin önünde Erzurum’da tutuklanıp Bitlis’e gönderilen Yusuf Ziya beyin başına gelenden kendisi açısından bir sonuç çıkarmamış olmasıdır. Yusuf Ziya Bey’den sonra sıranın kendisine geleceğini bilmemesi düşünülemez. Anlatılanlara bakılırsa sıranın kendisine geleceğini biliyordu. Ama buna rağmen hiç değilse kış boyunca aklına koyduğu hareketsiz kalma stratejisi elinde patlamıştı. Öyleyse neden bu şehirden uzaklaşmak yerine kaderine teslim oldu? Yansıyan bilgilere bakılırsa Azadi’nin umum merkezi isyan tarihini “atlarının nallarının toprağa değeceği zamanı” yani 1925’in Nisan-Mayıs ayını belirlemişti. Halit beyin bu süre zarfında, yani Aralık 1924-Nisan 1925 arası Erzurum’dan çıkıp aşiretinin dağlık kesimlerinin içine çekilmemesinin hatasını hayatıyla ödedi. Bir yerde hayatı boyunca sıkıca takipçisi olduğu temkin, teenni ve sabır ideolojisi yani şartları olgunlaştırma beklentisi hayatına mal oldu.

Hükümet, Beytüşşebap isyanı vesilesiyle geniş bir isyan planlandığını net olarak görmüştü. Ancak Yusuf Ziya beyi Ekim ayında tutuklamasına rağmen, Halit beye ilişmemiş olmaları ilginçtir. Acaba Yusuf Ziya beyin sorgusunda neler konuşuldu, Halit beyin alınmasının Yusuf Ziya beyin sorguda söyledikleri ile ilgisi var mıydı? Bu konuda sorgu belgeleri açılmadığı için kesin bir şey söylemek zor. Erzurum’un en soğuk zamanlarında Aralık 1924 yılında resmi kararla gözetim altına alındı. Kolorduda gözetim altına alındı, sosyal çevresinden tecrit edilmişti, evine gitmesi yasaktı. Halit Bey’in Erzurum merkezde aşiretinden önemli kişiler vardı ama bunların gücü onu oradan alıp kaçırmak konusunda yeterli olup olmadığı tartışılabilir. Halit bey de kaçmaya yeltenmedi ayrıca. Netice itibariyle muhasebat başkanı olması hasebiyle, Sarıkamış’taki bir yolsuzluk dosyası bahane gösterilip Erzurum’dan çıkarıldı.

Bitlis: Hayallerin Tutsaklığı

Usta dengbêj Şakiro’nun bir klamında veciz bir şekilde betimlediği üzere Bitlis’e götürülüşünde yöre Kürtlerine, bölge aşiretlerine, Azadî’nin şube mesullerine düşen bir utanç eşlik ediyordu: “ez namirim ji ber kûştina Xalid begê / Ez dimirim ji derdan ji mereqan ku / Destê wî kirin darê kelepçeyê û bi çar cendermeyan / Di nav gel re, ji Erziromê heta Bedlîsê anîn”[30].

Yazının değişik bölümlerinde işlendiği üzere Halit Bey yalnız ve tek başına bırakılmış bir dava adamıydı. Binlerce silahlı Kürdün arasından, onlarca aşiretin hükümran olduğu bölgelerden Şakiro’nun dediği üzere üç dört jandarma ile ölüme gönderilmişti. Yalnızdı, tek başınaydı, eğitimli bir komutan olarak kimsenin minneti altına girmeyi düşünmedi. Goltz paşanın eğitiminden geçmiş, milletin seferberliğini mücadelenin temelini yapıp, halkı özgürlüğü için örgütleyen talebelerinin hiç birisinin başına gelmeyen Halit Bey’in başına geldi. Goltz’un teorisinin içinden yetişen Arap, Türk ve diğer halkların devrimci subayları halkları tarafından baş tacı edilip, onlara kutsallık payesi verilirken, Halit Bey dört jandarmanın eşliğinde, halkının gözlerinin önünde ölüm yürüyüşünde yalnız bırakıldı.

Bitlis’te zindanda nasıl muamele gördüğüne dair elimizde bir veri yok. Kısıtlı sayıda ziyaretçinin onu görmesine müsaade edilmişti. Bu ziyaretçilerin anlatımına bakılırsa kalbi hala halkının özgürlüğü için atıyordu ve halkın kurtuluşu stratejilerine kafa yoruyordu. İsyandan günü gününe haber alamadığını tahmin edebiliriz. Ancak isyancıların yenilgisini, Şeyh Said’in yakalandığını duyunca kendisinin de sonunun geldiğini bilecek kadar deneyimliydi şüphesiz. Bitlis mahkemesinde nasıl bir savunma yaptığını bilmiyoruz. Ancak istiklal mahkemesinin celse kayıtları açılıp, Bitlis divanı yargılamaları özenle gizlendiğine göre kopuş savunması yaparak, Kemalist cumhuriyetle hesaplaşan bir paradigma ile son nefesine kadar halkının özgürlüğünü savunduğunu varsayabiliriz. Kemalist kadroların türlü hileleri ile uğraşmak zorunda kalmıştı. Son hile ise darağacına gönderilerek yapıldı. Halit Bey bir komutandı ve komutanlara, meri hukuk uyarınca şanına uygun olarak kurşuna dizilmek suretiyle, ölüm cezası uygulanırdı. Son dakika hilesiyle daha önce sunduğu ama kabul edilmediği istifa dilekçesi esas alındı, bu sebeple asker olmadığı varsayılarak kurşuna dizilmek yerine darağacına sallandırılarak ölüme gönderildi. Şüphe yok ki kolonyal tahakküm ilişkilerinde ölüm cezasının da bir hiyerarşisi var, subay dahi olsa yerli kıdemlilerin ölüm cezası, egemen halkın subayları ile aynı olamazdı.

Halit Bey’in darağacına giderken vakur ve başı dik olarak yürüdüğüne dair şahit beyanlarından görüyoruz ki, baş koyduğu yol, baş verilmeden geçilmezdi. İpte salınan bedeni, bütün yerlilerin ölümsüz kahramanları gibi adresi belli olmayan, ama sahibi belli olan topraklara gömüldü. Mezarsız kahramanlardan biri olarak tarihe geçti. Bütün özel eşyaları ve kütüphanesi talan edildi, kılıcı ve kalpağı sol Kemalistlerin ikinci el öykülerine meze kılındı.

Hülasa Şehnama Şehîdan şiirinde Cegerxwîn, “Bibêje, Xalido, rabe dereng e / Hemî kurdan bi hev re daye deng e”[31] diyerek onun ektiği tohumların gür biçimde filiz verdiğini belirtir. Halit Bey son derece hızlandırılmış bir yaşam sürdü, çok erken yaşta hayatını feda etti. İmge ustası büyük şairimizin dediği üzere o ve arkadaşları, bir haysiyet ayaklanmasına liderlik etti. Torunları bu haysiyetin sesini gür bir şekilde sahiplenerek, ideallerini günümüzdeki mücadelede yaşatıyor.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz