Osmanlı İmparatorluğu, 20. yüzyıla girilirken bir tarafta etnik ve dini farklılıklar, bir tarafta borçlar-ekonomik sorunlar, diğer tarafta siyasi zayıflık sonucunda dağılma sürecine girdi. Yapılan bazı reformlar da dağılma sürecini durduramadı. Osmanlıyı kurtarma arayışları içinde yeni bir devlet tasavvuru de vardı. II. Abdülhamid, İslamcılık politikasıyla, Gayrimüslimlerin içinde olmadığı, Müslümanlık potasında bir yapılanma hedefliyordu. İttihat-Terakki ise Türkçülük politikalarıyla bu yapıya bir taş daha ekledi. Abdülhamid politikalarının amacı İslam-Sünni bir toplum, İttihat-Terakki politikalarının amacı, Türk-Sünni bir toplum yaratmaktı.
Osmanlı dağılıp Türkiye kurulurken bu ikili yapıdan, Türk-İslam Sentezi adıyla yeni bir devlet ideolojisi oluşturuldu. İttihat Terakki’den CHP’ye uzanan seküler ulusal çizgi ve Abdülhamid’den AKP’ye uzanan muhafazakâr ulusal çizgi, hâlen bu toplumun kaderinde rol oynayan iki büyük güçtür. Aralarında zaman zaman sorunlar da yaşanan, iktidar için yarışan bu iki güç, sıkıştıklarında “mevzuubahis vatansa” diyerek kolayca uzlaşabiliyor. Bu topraklarda üçüncü bir yola hiçbir zaman fırsat verilmedi/verilmiyor. Önce İttihatçılar, sonra Kemalistler, din konusunda çekinceli davransalar da sonradan bu ikili senteze sıkı sıkı sarıldılar. Bu yapı, dünden bu güne devam eden, ideolojiler üstü bir niteliğe sahip, resmi bir devlet ideolojisi oldu.
Konuyla ilgili olarak Talat Paşa ve Abdülhamid arasında yaşanmış çarpıcı bir örnek verebiliriz. 1909 yılı 31 Mart Vakası sonrasında, Sultan Abdülhamid’i deviren İttihat-Terakki Cemiyeti (İTC), onu ailesiyle birlikte Osmanlı sınırları içindeki Selanik’e sürgün etti. 1912-1913 Balkan savaşları sırasında Selanik kaybedilince Abdülhamid İstanbul’a getirilip Yıldız Sarayı’na yerleştirildi. 1915 Ermeni Tehciri sonrasında, artık Ermenilerden kurtulduklarını düşünen İttihatçılar, önlerindeki diğer engel Kürdlere yöneldiler. İlk anda Kuzey Kürdlerini (Erzurum, Bitlis, Van) hedef alan İttihatçılar, 1916 Kürd Tehciri ile bir milyona yakın Serhad Kürd’ünü, asimilasyon amacıyla Anadolu içlerine sürdüler. Ama Kürdler çoktu, güneyde, güney-batıda, Diyarbekir, Harput, Mardin, Hakkâri, Musul bölgesinde daha da kalabalıktılar ve Müslümandılar.
İttihatçıların Kürdlerle ilgili olarak ne yapacaklarını tam bilemedikleri bir sırada, 1917 yılı başlarında[1], sadrazamlığa yeni gelen İTC Lideri Talat Paşa, Abdülhamid’e bir kasıd (elçi) gönderir ve Kürd meselesinde kendilerine yol göstermesini ister. Abdülhamid bunu reddeder. Talat, ikinci kez elçiyi gönderirken “Sultanıma söyleyin, mevzubahis olan vatan meselesidir.” diye de ekler. Abdülhamid bu kez elçiye şöyle bir şey söyler: “Biz Kürdleri İslam potasında kendimize mal etmeye çalıştık. Ama onların (İTC) farmason, dinsizlik politikaları Kürdleri bizden uzaklaştırdı. İnanmasalar da birliğimiz için İslam’ı göz ardı etmemeleri gerekir.”[2]
Talat Paşa, bundan sonraki kısa sürede (1917-1918), sultanından aldığı bu tüyo ile hareket etti. Savaşın ortasında, bir taraftan modernleşme adımları attı, diğer taraftan İslam karşıtlığı yapmadı. Bu coğrafyada barışın Meşrutiyet sürecinde ıskalandığını belirten İsviçreli Tarihçi Hans Lucas Kieser, bu süreçten sonra Talat Paşa’nın kendine göre çok akıllıca bir politika izlediğini, hem “Soykırımın Mimarı” hem “Modern Türkiye’nin Babası” olduğunu belirtiyor. 1921 yılında Almanya’da bir Ermeni militanı tarafından öldürülen Talat Paşa, daha sonra Türkiye’de kahraman olarak ilan edildi ve cesedi Türkiye’ye getirilerek ona bir anıt-mezar yapıldı.
Talat Paşa, sultanından, diğer Müslüman halklar (özellikle Kürdler) dahil edilmeden Türk ulusuna dayalı bir devlet oluşturulamayacağını öğrendi. Zaten ortada “Türküm” diyebilecek bir millet de yoktu! Varsa da azınlıktı. Bu durumda Türk milleti kavramı içine ancak diğer Müslüman halklar konarak, oluşturulacak devletin sınırları içindeki herkesi Türk sayarak bir ulus yaratılmış olacaktı. Talat Paşa ve arkadaşları, 2 Kasım 1918’de yurt dışına kaçtıktan sonra, 1918-1923 sürecinde yönetimi ele alan ikincil İttihatçılar, yani Kemalistler de bu politikayı sürdürdüler. Hep, Türkiye Devleti ve Türk milletinin, yalnız Türk etnisitesinden değil, Müslümanlardan oluşan bir devlet ve millet olduğunu belirttiler. Fırsat bulduklarında, bu devlette sadece Türk etnisitesinin ulusal hakları olabileceğini de belirtmekten de çekinmediler. Esas amaç, zaman içinde asimilasyonla tek ulus yaratmaktı. Bunu belirli bir oranda başarsalar da Kürd meselesinden dolayı, sentezin ikinci kısmı olan Müslümanlıktan vazgeçemediler.
Akademisyen Barış Ünlü, bu yapılanmanın sadece yukarıdan aşağıya milliyetçi elitler tarafından yaratılmadığını, toplumun aşağısından kaynaklanan dinamikler, duygular, beklentiler ile yukarıdan dayatılan politikaların bir sentezi olarak ortaya çıktığını ve ideolojiler-üstü bir birliktelik, bir konsensüs (uzlaşı) olduğunu, bir nevi sözleşme, “Türklük Sözleşmesi” olarak kabul gördüğünü belirtmektedir.[3]
Yani, Türk-İslam sentezi yapılanmasında, sadece üstten jakoben bir anlayış değil, tabandaki halkın da rızası, desteği vardır. Hatta zaman zaman aşağıdakilerin bu konuda, yukarıdakilerini aştığı da söylenebilir! Özellikle cumhuriyet döneminde, Kürd meselesi konusunda, Türk halkının, yöneticilerinden de daha şoven hâle geldiğini hepimiz her gün gözlemlemekteyiz. Bazen bazı küçük adımlar atmak zorunda kalan yöneticiler, halktan çekinir hâle gelmiştir. En azından böyle olması sağlanmıştır.
Önce İttihatçılar, günümüze kadar da onların devamı Kemalistler, inanmasalar da inanmış gibi yaparak (!) aslında bir şekilde bu iki yüzlü politikayı, Abdülhamid’in önerdiği bu politikayı izlediler. Doğrudan Abdülhamid politikalarının sürdürücüsü olarak görülen İslamcılar da bu politikayı benimsediler. Arapçada “ümmet” anlamına gelen “millet” kavramı kullanıldı. Duruma göre, işlerine gelecek şekilde, “millet” kavramını bazen Türk ulusu yerine bazen Müslüman halklar yerine kullandılar. Bu kurnazlığı, ince bir ayarla özellikle Kemalistler, cumhuriyet elitleri yaptı. Tabi, sağdan sola, ümmet kardeşliği ve halkların kardeşliği kavramları, hep Kürdlerin yanıltılması için kullanıldı.
Seküler bir toplum yaratmayı hedefleyen Kemalistler, kısmen başarılı olsalar da toplumun bir kısmı bu yapıyı hiçbir zaman tam benimsemedi. Bu yüzden, daha önce Abdülhamid’in İttihatçılara önerdiği şekilde, İslami kesimlere taviz verme yoluna girdiler. Kemalistler, cumhuriyetin kuruluşundan bir yıl sonra, 1924 yılında çıkartılan Kanun-i Esasi (Anayasa) ikinci maddesine, “Türkiye Cumhuriyeti Devletin dini İslam’dır” maddesini koydular; diyanet kurumunu oluşturdular, dini devletin kontrolünde tutmayı hedeflediler. Bundan sonraki süreçlerde, batıcı, seküler, laik bir toplum hedefine yönelseler de din devlete karışmasın ama devlet dini kontrol etsin anlayışında oldular. Bunu en çok da Kürdleri kendilerine bağlı tutmak için yaptılar, hatta Kürd halkının dine bağlılığını arttıracak politikalar izlediler. Bize değil, onlara din lazım diyen cumhuriyet yöneticileri oldu! Zaman zaman da Kürdlerin bu yapısından, şeyhlik ve Kürdistan’daki tarikat kurumlarından şikâyetçi göründüler! Hep bu iki yüzlü politikayı izleyerek dini kullanma, din istismarı yapma, dinden yararlanma düşüncesi sürdürüldü. Yoksa laik bir devlette diyanet gibi kurumlara niye ihtiyaç vardı? Tabi bu yanlış bir laiklik anlayışıydı ve istenilen sonuç elde edilemedi. Bu gün o konuda kriz yaşanıyor.
Cumhuriyet döneminde Türk-İslam Sentezi projesi kısmen başarılırken Müslüman halkın önemli bir bölümü, Batılı bir toplum yaratma projesine uzak kaldı. Buna karşın Müslüman halkın ezici çoğunluğu Türklük Sözleşmesi’ni, bir şekilde kabullendi. Kürdlerin bir kısmı buna itiraz etse de devlet buna şiddetle cevap verdi. Türklük Sözleşmesi içindeki iki büyük hattan Türklük, cumhuriyetin ilk yıllarında öne geçse de bölünme paranoyasıyla verilen tavizlerden sonra, diğer hat İslamcılık, zamanla daha görünür oldu.
Modern eğitimi hedeflediğini belirten cumhuriyet elitleri, başından beri Türk eğitim sisteminin amacını, “Millî-manevi değerlere bağlı insan yetiştirme” şeklindeki bir sloganla ifade ettiler. Laikliği savunduklarını belirtmelerine karşın 27 Mayıs 1960 ve 12 Eylül 1980 darbeleri sonrasında, bunu metinlere de yansıttılar. Buradaki “millî” sözcüğü Türklüğü, “manevi” sözcüğü Müslümanlığı ifade ediyordu. Bu amaçlarla yetiştirilen kuşaklar, bir süre sonra, manevi değerlere bağlılığın bir sonucu olarak, laik olma niteliğine itiraz etmeye başladılar. Derken iki binli yılların başında, daha önemli değişiklikler olmaya başladı. Bu kez Siyasal İslam öne geçti. Devlet dine karışıyorsa din de devlete karışabilir, dinsiz devlet olmaz düşüncesi yaygınlaştı.
Devletin en üst yöneticilerince, laik-seküler nesil değil dindar nesil yetiştirilmesi gereği ifade edildi. Meydana gelen bu durum, bazı çevreler için büyük bir hayal kırıklığı olsa da “Önemli olan vatandır.” teranesi daha çok söylenir oldu. Bu, birçok günaha kılıf olarak giydirildi. Hem Abdülhamid politikalarının sürdürücüsü İslamcılar hem İttihatçı politikaların sürdürücüsü Kemalistler, Kürdleri, Kürdlerin ulusal haklarını tanımamak için, bu politika etrafında kolayca anlaşabildiler/anlaşabiliyorlar. Bu anlayışın sonucu olarak, Kürd ulusal hakları gündeme gelince, “Mevzubahis vatansa gerisi teferruattır.”, “Beka sorunu vardır.” gibi şeyler söyleniyor.
Bu ikili yapı, ideolojiler-üstü bir ortaklıktır. Bu ortaklardan biri, diğeri için kapalı kapılar arkasında kâfir, öbürü diğeri için gerici-yobaz deyip sonra, “Mevzubahis vatansa gerisi teferruattır.” sloganına sarılırken tabii ki aynı zamanda iki yüzlülük de yapmaktadırlar. Müslümanlıkta buna münafıklık, yani riyakarlık denir! Barış Ünlü, özellikle İslamcıların bu tavrını şöyle değerlendiriyor: “Günümüz İslamcılarını Atatürk konusunda çaresiz bırakan da bu. Yani sadece Atatürk eleştirilemediği için değil, eleştiri tutmayacağı için de çaresizler. Atatürk’ün Türkler arasındaki muazzam prestijinin temel nedeni de bence budur.”
- yüzyılın başında, imparatorlukların dağılıp ulus devletlerin kurulması kaçınılmaz bir sonuçtu. Dünyanın birçok yerinde, yakınımızdaki Kafkas ve Balkan coğrafyalarında da böyle oldu.Koca Osmanlı İmparatorluğunu, gayrimüslimlerden ve gayrıtürklerden arındırmak, çok uluslu bir yapıdan tek ulus inşa etmek yanlış bir politikaydı. Birlikte yaşanabilecek bir yapı, her ulusa, üzerinde çoğunluk hâlinde yaşadığı topraklarda kendini yönetme şansı olabilirdi. Çok uluslu büyük bir coğrafyada, yan yana veya birlikte, birbirinin ulusal varlığını kabul edecek şekilde, birden fazla devlet de kurulsaydı durum, bu günkünden daha olumsuz olmazdı.
Bu haksız yapı, Ermenileri coğrafyanın dışına sürerek, öldürerek; Kürdleri asimile ederek, sürerek, öldürerek bazı sonuçlar aldı. Küçük topluluklar zaten çabukça eritildi. Ama yapılanlar ne insanidir ne de ahlaki. Büyük bir coğrafyada büyük nüfusa sahip halkların zorla yok edilmesi, güçlünün güçsüzü ezmesidir ve bunun sahiplerini de mutlu ettiği şüphelidir.
“Mevzubahis vatansa gerisi teferruattır” sloganıyla bir araya gelen, Türk resmî ideolojisi doğrultusunda zaman zaman tek çizgi hâline gelen bu iki politik anlayış, günümüze kadar, yaşadığımız topluma, barış, huzur ve refahı getirmedi, bundan sonra da getiremeyeceği görülüyor. Başkalarının hak gaspı üzerine kurulan bu yapıya, üçüncü bir yol; eşitlikçi, demokratik,liberal anlayış üzerine kurulu alternatif bir yol da henüz yaratılmadı/yaratılamadı.
Bugün yaşadığımız toplumun siyasal kodları, çok uzaklarda değil, yüz-yüz elli yıllık yakın tarihin içinde saklı. Bugünü anlamak dünü bilmekle olur…
[1]1917 yılı başında, İttihat-Terakki Fırkası Genel Başkanı ve Dahiliye Nazırı görevinde bulunan Talat Paşa, 4 Şubat 1917 tarihinde, Sait Halim Paşa’dan sadrazamlığı devir aldı ve 8 Ekim 1918 tarihine kadar bu görevde kaldı.
[2]Bunu aktaran Hüseyin Şükrü Baban (1890-1980), Talat Paşa ile babası Mustafa Zihni Paşa’nın arkadaş olduğunu, 1917 yılı başlarında, babasıyla bir görüşme sırasında Kürdlerin durumunun ne olacağını sorduğunda, Talat Paşa’nın, sorusuna cevap vermek yerine bunu anlattığını belirtiyor. Musa Anter ve Yaşar Kaya, bu ve benzeri anekdotları, Ord. Prof. Dr. Hüseyin Şükrü Baban’dan sık sık dinlediklerini belirttiler.
[3] Barış Ünlü, Türklük Sözleşmesi, Oluşumu, İşleyişi ve Krizi, Dipnot Yayınları, 2018